Sınıflar üstü hayallere gerek yo

#1
1962 yılının sonunda Devlet Planlama Teşkilatı’nın kurulması ile birlikte ekonomide planlı dönemin başladığını söyleyebiliriz. 1963 yılında hazırlanan birinci beş yıllık kalkınma planı “sosyal adalet, toplumun ve ferdin refahı, insan haysiyetine yaraşır bir yaşam, iktisadi, sosyal ve kültürel kalkınma” kavramlarına ağırlık veriyor daha doğrusu bu kavramları odağına alıyordu. Ancak dokuzuncu ve son kalkınma planında ise “küresel ölçekte rekabet gücü, AB’ye üyelik ve her alanda kamu harcamaları da dâhil etkinlik” kavramları ön plana çıktı. Bu iki yaklaşım arasındaki farktan da anlayabileceğimiz gibi iktisadi hayatta ve politikada keskin bir paradigma değişimi yaşanmıştı. Bu değişimi ve dinamiklerini Prof. Dr. Erinç Yeldan’a sorduk.

TÜSİAD'ın yeni anayasa önerisiyle "demokrasi bayrağı" çekmesinden hemen önce yaptığımız söyleşide Yeldan, 12 Eylül darbesinin ve anayasasının sermayenin istemleri doğrultusunda açığa çıktığının asla unutulmaması gerektiğini söylüyor.


Türkiye’de son 50 yıl içinde iki farklı ekonomik yaklaşımın hakim olduğunu görüyoruz. 1960’lı yılların planlı kalkınmasından 1980’lerden bugüne gelen ihracata dayalı sanayileşme modeline keskin bir paradigma değişimi görünüyor. Bu değişim sürecinin altında yatan dinamikler nelerdir?


Şimdi, her şeyden önce bir konuyu tekrar tekrar vurgulamamız gerekiyor. Türkiye’nin 1960’larda yaşadığı planlı kalkınma olarak adlandırılan veya ithal ikameci sanayileşme ve içe dönük büyüme olarak betimlenen kalkınma modeli Türkiye’ye özgü bir kalkınma modeli değildi.

1980 darbesi ve darbe sonrası yaşanan olaylar, sendikasızlaştırma, örgütlü işçi hareketinin dağıtılması, işçi ücretlerinin geriletilmesi ve haklarının elinden alınması ve giderek 1990’larda finansallaşmanın yükselmesi, Türkiye’nin bir finansal spekülasyon cazibe merkezi haline gelmesi, ucuz emek, ucuz ithalat cennetine dönüştürülmesi, eğitim, sağlık başta olmak üzere bütün kamu hizmetlerinin ticarileştirilmesi, vatandaşın müşteri haline dönüştürülmesi ve bugüne kadar gelinen tarihsel demet Türkiye’ye özgü birçok olgu içerse de aslında dünya kapitalizminin içinde bulunduğu devrevi dalgaların Türkiye’ye yansımalarının bir biçimiydi.

Bunların hiçbiri uluslararası kapitalizmin gelişme yasalarından bağımsız, onlardan kopuk Türkiye’nin kendi başına yaşadığı olgular değil. Şimdi bunu derken, “başımıza ne geldiyse ‘yabancılardan’ geldi, dolayısıyla bizim kurtuluşumuz dışarıya kapanmaktan geçer, tekrardan ithalat duvarlarını koruyalım” şeklinde bir çözüm reçetesi önerme durumunda da değiliz. Sınıfsal ve tarihsel olarak kapitalizmden bir kopuş yok, önce bunu vurgulamak istiyorum.

İşçi ücreti yalnızca maliyet unsuru değildi
Şimdi, Türkiye’nin 1960’larda çizdiği model aslında uluslararası ekonomide fordizm denilen çerçeveye dayanıyordu. Fordizm, iki unsura dayanır. Birinci olarak, birbirine çok benzeyen ürünlerin montaj hattında çok hızlı kitlesel üretimi, seri üretime dayalı... Burada markadan ziyade standart olmuş mal üretimi önemlidir. İşte bu dayanıklı tüketim mallarında buzdolabında, televizyonda, çamaşır makinesinde, radyoda ve otomotiv sektöründe standardize edilmiş parçaların birbirine monte edilmesi ve çok hızlı bir şekilde seri şekilde üretilmesi çok yüksek bir üretkenlik ve verimlilik artışı sağlamıştı.

Ancak bu birinci unsursa, ikinci unsuru da şu: bu kitlesel olarak üretilmiş malların kitlesel olarak tüketilmesi gerekiyor. Yani bir üretim fazlası ya da eksik talep yaşanmamalı. İşte, fordizm göreceli olarak işçi haklarına daha duyarlı, daha hazmedilebilir, toplu sözleşmeli, grevli, sendikal haklı ve bunun uzantısı olarak sosyal devleti ve kazanımlarını bir noktada tolere eden, hazmedilebilir kılan, işçilerin ücretlerini sadece maliyet unsuru olarak değil aynı zamanda talep unsuru olarak gören bir sistemin yaratılmasına dayandı.

Bu, kapitalizmin gelişmiş merkez ekonomilerinde çok daha yüksek sosyal haklar, çok daha fazla sendikal haklar ve daha yüksek ücretli bir orta sınıf yaratırken, Türkiye benzeri çevre ülkelere de, kendi tarihsel süreçlerinde bir yerde bir parça soluk alabilecekleri koşulları sundu. Türkiye’de uzun yıllar boyunca sendika hakkı olan fakat grev hakkı olmayan, bir nevi silahsız asker konumundaki işçi sınıfına, 1963 tarihli iş yasası ile birlikte grevli, toplu sözleşmeli sendika hakkı tanındı.

Ama örneğin gerçek anlamda bir komünist partisine hiçbir zaman müsaade edilmedi. Sendikalar ile siyasiler arasında organik bağ kurulmasına müsaade edilmeden Türkiye’ye özgü kısıtlamalarla, bu haklar göreceli olarak tanındı. Ulusal düzeyde bir kalkınma planı ve ulusal düzeyde sanayiyi ve yerli burjuvaziyi desteklemeye dayalı ithalat korumalı rejim ile Türkiye 1960’ları geçti.

Bu dönemde ithalatın korunmasından doğan rantlar ticaret burjuvazisinin palazlanmasına ve giderek sanayi burjuvazisi ile kaynaşmasına yol açtı. Her büyük komprador sanayi işletmesinin aynı zamanda kendi ticaret dağıtım örgütlerine ve bankalarına kavuşmasıyla bir bütün olarak sanayi, ticaret ve finans sermayesi tekeller, holdingler yarattı. Tekelci kimliğe bürünmüş sermaye, yüksek ücretleri, kırsal kesime verilen yüksek teşvikli yeniden dağıtım mekanizmalarını bir yere kadar hazmedebildi, hoşgörüyle karşıladı. Burada, DPT’nin rant dağıtma mekanizmaları ve bürokrasi kadroları ile iç içe geçmiş bir devlet kapitalizmi modeli sürdürüldü.

Sistem tıkanınca…
Fakat bu model 1970’lerde artık tıkanmaya girdi. Sadece Türkiye’de değil, bütün dünyada tıkanıyordu. Çünkü fordist seri üretim artık taklit edilmeye başlamıştı. Önce Japonya, sonra Kore, Asya’nın kaplanları, Çin’in dragonları, Vietnam’ın ejderhaları… Ucuz işgücüne dayalı avantajlar kullanılarak, kolaylıkla taklit edilebilir malların üretimi Kıta Avrupa’sından ve Amerika’sından ucuz emek olan bölgelere taşınabilir hale geldi. Yani, dünya çapında merkez ülkelerdeki sermaye dünya çapındaki ucuz emek cenneti ülkelerle rekabet etme durumda kaldı. Burada, ulus ötesi tekeller artık merkez ekonomilerindeki idari binalarını uluslararasılaştırdılar ve sermaye de uluslararasılaşmak zorunda kaldı.

Ama sermayenin uluslararasılaşması ulus devletler içindeki regülâsyonların, kuralların yıkılmasını gerektiriyordu. Dolayısıyla, yeni bir dalga, küreselleşme dalgası böylelikle kendiliğinden bir ivmelenme kazandı bir nevi tsunami gibi sermayenin akışkanlığının hızlanması güvence altına alındı. İşte 1970’lerin ikinci yarısından başlayan ve 1990’lara kadar süren, bütün ulus devletlerin peş peşe özelleştirme, devletin ekonomide rolünün küçülmesi, serbestleştirme süreçleri aslında sermayenin ulusal sınırın dışına taşma ihtiyacının bir yansımasıydı.

Sermaye küreselleşirken emek ulusal sınırlara hapsedildi ve parçalandı
Günümüz küreselleşmesinin çarpık bir küreselleşme olduğu aslında buradan belli. Sermaye küreselleşirken emeğin ulusal sınırlara hapsolması sağlandı. Dolayısıyla sermayenin, uluslararası tekellerin ve finans sermayesinin küreselleştiği aynı süreçte üretici olan veya kırsal olan emeğin yerelleştirildiği, hatta yerelleşmekten de öte parçalandığı, dışlandığı enformalize edilip etnik, cinsiyete dayalı, dini birtakım dikey temeller doğrultusunda parçalandığı ve siyasi olarak da güçsüzleştirildiği bir noktaya geldik.

O yüzden 1980 sonrası gerek Türkiye’de gerekse tüm dünyada sosyal demokrasi, sosyalizm alternatif olarak dışlandı. Emek sermaye çelişkisini göz ardı edecek bu etnik, dini ve cinsiyet temelli ayrışma bir yerde bilinçli olarak pompalandı. Sermaye uluslararasılaşıp bir bütün olurken emeğin yerel sınırlar içinde deyim yerindeyse nasyonalize edilmesi ve bir dizi sağ akımın milliyetçi söylemler içinde yoğunlaşması, önce Yugoslavya’nın parçalanıp Balkanlaştırılmasına yol açtı daha sonra da turuncu devrimlerle eski SSCB’nin içindeki çeşitli milliyetlerin teker teker küçük devletlere dönüşme taleplerini yükseltti.

Tabii, bu bulanıklık içinde artık emek kendi silahlarını devreden çıkarıp milliyetçilik silahına, nasyonalizme veya yerelleşmeye mahkûm edildi. Bunun karşısında sermaye uluslararasılaştı, küreselleşti. Bu çarpık gelişme “bu sürecin önüne durmanın imkânsız”, “küreselleşmeye karşı olmak çağdaşlaşmaya karşı olmaktır”, “bu bir demokrasi ve hürriyet projesidir”, “bir teknolojik çağdaşlık öyküsüdür” denilerek kitlelere empoze edildi.

Borç mekanizması yoksullaşan emekçiyi finansallaşma ile uyumlulaştırdı
Bunları olurken bir yandan da dünya çapında emeğin ulusal gelirlerden aldığı pay, ücretler geriletiliyordu. Bu Türkiye için de geçerliydi, diğer ülkeler için de. Fakat bu olurken finansallaşma öyküsü emekçi sınıflara, orta sınıflara, geliri yetmeyen kesimlere kredi kartları ile tüketim olanağı döktü. Tüketici kredileri, konut kredileri, “riski sosyalleştiriyoruz” diye sunulan yepyeni finansal enstrümanlar ve finansal borçlanma olanaklarıyla bu kitlelerin üzerine başlarından aşağı dökülen bir su kovası gibi bırakılan kredilerle, Ergin Yıldızoğlu’nun deyimiyle bir “tüketim humması”yla bir yerde sistemle uyumlulaştırıldılar.

Renkli televizyonlar, arabalar, dayanıklı tüketim malları (ki bunlar standardize oluş, çok ucuza mal edilmiş mamul mallar) dünyanın atölyelerinde üretilip kıta Avrupa’sına ve Amerika’ya ucuza satılıyor. Burada mülksüzleşen, ücretleri düşen emekçiler için sınıf bilincini dışa vurmak ya da sınıf bilincine ulaşmak borçlanma olanağıyla deyim yerindeyse ertelenmiş oluyordu.

Bu bir sis perdesi altında sıkı tüketen, sürekli borçlanan ve borçlarını ödemek için daha da fazla çalışan ve enformelleşen, sosyal kazanımlarındaki kayıplara ses çıkarmayan, örgütsüzleştirilmiş deyim yerindeyse tam anlamıyla Marx’ın birinci ciltte özetlediği proleterleşmeyi uluslararası anlamda yaşayan, hem üretici atölyelerde, Çin’de, Hindistan’da direk işçi, üretici olarak veya kapitalizmin merkez ülkelerinde sosyal haklarını giderek kaybetmiş, paralanmış, örgütsüzleştirilmiş, sosyal olarak dışlanmış, yarı zamanlı, esnek üretim ve istihdam biçimlerinde güvencesizleştirilmiş insanlar buna çaresizlik içinde boyun eğdi. Bu çaresizliğin nedenlerini de başka bir milliyetten, başka bir dinden olan veya başka bir mahallenin nüfusuna sahip, başkalaştırılmış kimlikler üzerinden değerlendirerek bunun siyasi mücadelesini veren, milliyetçi, örgütsüz, birbirine düşman insan kitleleri haline dönüştürüldü.

Yerelleştiren ve bölen küreselleşme
Bu çarpık küreselleşme dikkat ederseniz sürekli yerelleşmeyi ön plana çıkardı. İşte, küçük olsun, yerel olsun ve bütün bu yerellikler birbiriyle düşman ama öbür taraftan da küreselleşmeyle uyumlu birer açık pazar, ucuz iş gücü, ucuz ithalat pazarlarına dönüştürülsün. Türkiye’de de (korkarım büyük bir laf etmiyorum ama) bu etnik dağınıklık ve bölünmüşlük dünya kapitalizminin coğrafyamıza yansımasının doğrudan uzantısıdır.

Tabii, uluslararası anlamda bu süreç gelişirken teker teker yerel, ulusal özellikleri de göz ardı etmememiz gerekir. Nihayetinde kapitalizmin tek düze bir gelişme yasası yok, içinde farklı coğrafyaların ortaya çıkardığı çeşitlilik de var.

Generallerin demokrasiye müdahalesi, sermayenin işçi sınıfına müdahalesinin yansımasıydı
Sözü Türkiye’ye getirelim, şimdi Türkiye 1970’lerin sonunda son derece sert siyasi müdahale ve açık faşizmin adım adım yükseltildiği siyasi kargaşalık ve çalkantı dönemine sürüklendi. Kanlı 1 Mayıs, Maraş olayları gibi olaylarla Türkiye’nin adım adım açık faşizme götürüldüğü bir dönemdi. Şimdi, burada bir olgunun altını çizmek istiyorum. Giderek artık klişeleşmiş darbe söylemi var Türkiye’de: “12 Eylül askeri darbe işte generallerin demokrasiye müdahalesi.” Sanki o dönemki genelkurmay başkanının birkaç general ile kendi başlarına giriştikleri anti-demokratik bir macera olarak nitelendirildi. Darbe, kuşkusuz antidemokratiktir. Darbeyi yürütenler kuskusuz 12 Eylül’ün generalleridir. Fakat bu yürütme birisi adına yapılmıştır. 12 Eylül darbesi Türkiye’nin 1960’larda çizilmiş bu grevli, toplu sözleşmeli, göreceli olarak (burada altını çizmek istiyorum her şey göreceli olarak değerlendiriliyor) özgürlüğe, sosyal haklara ve çağdaş bir anayasaya kavuşmuş yapısı sermaye tarafından artık kabul edilebilir olmaktan çıktığı dönemin ürünüdür. Sermaye sınıfının o anayasal haklarla sermaye birikimini sürdürmesi, sermayenin uluslararasılaşması, küresel sermeye ile işbirliği içine girebilmesi mümkün değildi. O bakımdan işçi sınıfının kazanımlarının mutlaka aşındırılması, işçilerin, emekçilerin örgütlülüğünün mutlaka kırılması ve Türkiye’nin ucuz işçi cennetine dönüştürülmesi için anayasanın işçi haklarıyla ilgili hükümlerinin değiştirilmesi gerekiyordu.

Başta DİSK olmak üzere, sendikal örgütlerin ve işçi sınıfının siyasal örgütlerinin kırılması gerekiyordu. O yüzden 12 Eylül ve bunun öncüsü olan 24 Ocak kararları bir bütün olarak sermayenin bir karşı saldırısıdır. Sermayenin tahakkümünün perçinlenmesi ve 12 Eylül açık faşizminde Türkiye’nin neoliberal küreselleşme yolunda yeniden biçimlendirilmesidir. 12 Eylül’ün darbeci generallerine karşı çıkarken, 12 Eylül anayasasının aslında sermayenin anayasası olduğunun hiçbir zaman unutulmaması gerekmektedir.

Şimdi, bundan sonra Turgut Özal’lı yıllarla başlayan süreç Türkiye’nin adım adım uluslararası sermayenin önceliklerine ve gereklerine göre biçimlendirildiği, devletin rolünün aslında küçültülmediği devletin rolünün değiştirildiği bir on yıl oldu. Devlet yatırımlarının bir yandan azaltılması ve diğer taraftan devletin ihracatçılara olağanüstü verdiği teşviklerle, vergi indirimleriyle ve özellikle ANAP’a yakın sermayedarın, papatyaların ortaklıkları ile usulsüz ihaleler, olmayan kamu ihaleleri ve hayali ihracatlar ile bugün hortumlama olarak adlandırdığımız yolsuzluk mekanizmalarının temelleri atıldı.

Devlet yeniden biçimlendirildi. “Devletin rolünün küçültülmesi” politikası ile işçiler ve emekçiler açısından sosyal haklar küçültülürken sermaye açısından yeni bir ulusal sermaye türünün palazlanması ve finanse edilmesi anlamında devlet aslında büyüdü.

Bahar eylemleri
1980’lerin sonunda kamuoyunda sendikalara çok sempati ile bakılan bir ortam oluştu Türkiye’de. Gelişen, yeniden bir büyüme çizgisi yakalamış Türkiye’de ücretli emeğin, evine daha yüksek ücret değil daha fazla sömürü ve daha yüksek hayat pahalılığı olarak geldiği ve işçi ücretlerindeki erimenin artık dayanılmaz boyutlara ulaştığı bir dönemdi. 1988-89’da başlayan bahar eylemlerinde, toplu olarak viziteye çıkmalar, sakal bırakmalar, trafikte işe geç kalmalar gibi aslında toplu direnişin sınırlarını zorlayan eylemlerle işçi sınıfı sesini yükseltmeye başladı. Bütün kamuoyunda da çok yüksek bir desteğe sahipti. Bunların neticesinde 89-90-91 yıllarında Türkiye’de ücret artışları, kırsal kesimde de daha yüksek taban fiyatlar, deyim yerindeyse 1960’ların kazanımları yeniden gündeme geldi.

İki üç yıl içinde yeni siyasi rekabet altında “kurtar bizi baba” söyleminde simgeleşen yeni bir popülizm dalgasına kavuştu. Fakat bunun finansmanı artık uluslararası düzeyde gelen sıcak para ile sürdürülmekteydi.

Finansallaşmanın bedeli
1989 yılında 32 no’lu kararla finansal sistemin serbestleştirdiğinde Türkiye bu sıcak para akımlarını idare edecek düzenleyici, denetleyici mekanizmalardan yoksun, finansal sistemi son derece sığ ve çarpıktı. Bunun bedelini önce 1994 krizi, sonra çok yüksek enflasyon çok yüksek kamu açıklarıyla geçen kayıp 1990’lı yıllar ile, daha sonra da yüksek borçlanma ve makroekonomik istikrarsızlık altında 2001 yılında somutlanan iktisadi kriz ile geldi.

Şimdi, 2001 krizi Türkiye’de bir şeyi çok net kıldı. O da örgütlü emek ve sosyal hakların bu düzeyde düşük vergi düzeni altında sürdürülmesinin mümkün olmadığıydı. Bu yüzden devlet yapısı 2001 krizi sonrasında bir kere daha düzenlendi. Artık kamu hizmetlerinin tamamen ticarileştirildiği, “devlet bu işi verimsiz yapıyor, devlet israf ediyor” söylemi altında, eğitimin ve sağlık hizmetlerinin hatta güvenlik hizmetlerinin piyasanın mantığına tamamen terk edildiği bir durum açığa çıktı. O 2001 krizinin ateşinin, yangının tesiriyle insanlara şöyle bir duygu pompalandı: “Kamu hizmeti israftır, sosyal devlet israftır, sosyal refahçı devlet yolsuzluk ve rant mekanizması merkezidir. Onun yerine bir piyasa kutsaldır.” İnsanların artık vatandaş değil müşteri sayıldığı, ümmete bir yerde sosyal dayanışmaya dayalı sadaka sisteminin giderek yükseltildiği 2000’li yıllar geçti. Bu 2000’li yıllarda sağlık sistemi, eğitim sistemi ticarileştirildi, sosyal yardımın yerine dini motiflere dayalı sadaka ve benzeri yöntemler geliştirildi, cemaat kültürü geliştirildi.

Türkiye kapitalizmi giderek dini motifleri içine alsa da özünde uluslararası kapitalizm içinde belirlenen rol doğrultusunda, işte Avrupa’nın Çin’i, taşeronlaştırılmış sermayesi, sanayisi, ucuz iş gücü ve emek deposu olarak gelişen bir 21. yy Türkiye’si biçimlendirildi.

Bu makyajlanma içinde en önemli unsur Türkiye’nin AB’ye üyelik süreciydi. AB müktesebatı, AB çerçevesi, uluslararası sermayeye uyum, uluslararası tahkim ve Merkez Bankası’nın bağımsızlığı, bağımsız enflasyon hedeflemesi yapar hale gelmesi, bankacılık sisteminin denetleyici kuruluşlar ile uluslararası sermayenin denetimine açılması, kamu maliyesinin mali disiplin ve mali istikrar ile gene yerli ve uluslararası denetleyici şirketlerin denetimine terk edilip, maliye politikasının tamamen bir faiz ödeme bilançosuna dönüştürülmesi… Tüm bu şartlar altında sosyal adalet, sosyal devlet gibi aygıtların itibarsızlaştırıldığı, anlamsızlaştırıldığı ve fiili olarak da tırpanlandığı bir Türkiye yaratıldı.


Sendika.Org / Engin Duran
 
Son düzenleme:
#2
uzunca bir yazının analizi nasıl yapılır..? böyle yazıların.., "bazı" özellikleri" vardır.. önce bunu bulmak gerekir.. yani halk söylemi ile "hutbenin mevzu"sunu bulmak gerekir.. bunu da açıklayayım ki.. daha iyi anlaşılsın..

biliyorsunuz.., camilerde vaaz verilir.. vaazlar genelde var olan toplumsal sorunları da içerir dini söylem ve açıklamalar içersinde asıl olarak bu işlenir.. cumhuriyet camileri de bu anlamda başlarda çok denetimli idi.. vaaz sırasında hangi konular nasıl anlatılacak.. hangi konular es geçilecek yada nasıl "düzenlenip" cemaat kodlanacak.. denetlenirdi..

bu yüzden hocalar.., dinden girip işi bu noktaya getirmek için.. "gelelim hutbenin mevzu"suna diyerek konuya girerdi.. cemaat de cumhuriyetin devreye girdiğini anlar.. ya kodlanmaya devam eder yada bilincini kitlerdi..
bu benim uydurmamdır..
asıl olarak para toplamak için konuya gelirken de bu söylenirdi.. sonuçda aynı şey.. kitleyi kodlayıp.., yapmak istediğin şeye odaklamaktır..

yazının başlarında var olan aşağıdaki söylem bir doğru ve toplumsal yaşamın küresel bir realitesidir..
bugüne kadar gelinen tarihsel demet Türkiye’ye özgü birçok olgu içerse de aslında dünya kapitalizminin içinde bulunduğu devrevi dalgaların Türkiye’ye yansımalarının bir biçimiydi.

Bunların hiçbiri uluslararası kapitalizmin gelişme yasalarından bağımsız, onlardan kopuk Türkiye’nin kendi başına yaşadığı olgular değil.
gerek küresel bu "ilerleme" içindeki kürsel çatışmalar ve mevzilenmeler gerek ise buna göre biçimlenen ülkelerdeki iç çatışmalar ve mevzilenmeler anlamında çok doğru bir söylemdir..
iktisadi-sosyal gelişmeler bütünlüğü anlamında genel doğrudur.. yazar bunu vurgulamış..

ama ilerleyen aşamalarda bu kendi vurguladığı tespite ters işler yapmaya başlamış.. öncelikle bu noktalara değineceğim..

"fordizm"i aynı zamanda iktisadi ve sosyal alandaki biçimleri belirleyen bir olgu olarak sunmuş.. ilk yanlışı buradadır..

seri üretim sistemi(fordizm).., üretimin biçimi ile ilgilidir.. hatta sadece üretimsel alanla sınırlıdır.. teknolojik mekinalaşmanın bir tanımıdır.. insan emeği ve tekniğinin yerine makinanın ve tekniğinin geçmesi anlamındadır.. hatta.., kalifiye emek yerine düğmeye basabilen emek ve bu anlamda da kalifiye emeğin mühendislik anlamında kafa emeği olarak orta sınıfa dahil edilmesi olayıdır.. sosyal etkileri burada ortaya çıkar.. yazar ise bunu toplumsal yaşamda bir refah süreci olarak anlatıyor..

Şimdi, Türkiye’nin 1960’larda çizdiği model aslında uluslararası ekonomide fordizm denilen çerçeveye dayanıyordu. Fordizm, iki unsura dayanır. Birinci olarak, birbirine çok benzeyen ürünlerin montaj hattında çok hızlı kitlesel üretimi, seri üretime dayalı... Burada markadan ziyade standart olmuş mal üretimi önemlidir. İşte bu dayanıklı tüketim mallarında buzdolabında, televizyonda, çamaşır makinesinde, radyoda ve otomotiv sektöründe standardize edilmiş parçaların birbirine monte edilmesi ve çok hızlı bir şekilde seri şekilde üretilmesi çok yüksek bir üretkenlik ve verimlilik artışı sağlamıştı.
ayrı renkte vurguladığım söylem de çok yanlış.. seri üretimin amacı.. en kısa zamanda çok mal üretirken içine katılan insan emeğini ve haliyle emek maliyetini azaltmaktır.. marka ise ayrı bir pazardır ve seri üretime değil.. kalifiye özel emeğe dayanırdı.. otomotivde bile seri üretim noktasında çok az işlevi olan arabalar çok pahalı ve özeldi.. mercedes.. rols rolce ve.. giyimden ev eşyalarına kadar bu pazar vardı..

seri üretim bu anlamda tanımlanamaz.. bu işlevin net sonuçlarından biri işsizliğin artmasıdır.. kalifiye emek gereksinimin azalması böylece kalifiye emek maliyetinin azalmasıdır.. kalifiye emeğin.. mühendislik noktasına "yükseltilmesi" böylece kalifiye emek maliyetini düşürürken bu emeği de emek alanının sosyal dokusundan koparıp.., sınıf atlatmaktır..

örnek olarak türkiye ve 60 süreci verilmiş.. bu anlamda yanıltıcı olur.. 1960 türkiyesi işin başlangıcıdır.. sanat okulları ve alaylı kalifiye emek öndedir ve ilk sınıf atlayanlar bunlardır.. çünkü "akademik" düzeyde yeterince kalifiye emek birikimi daha yoktur.. bunları atlarsak bu dönemleri "asrı-saadet" dönemi sayabiliriz..

aynı tarihlerde avrupa bu aşamayı çoktan geçmiştir bu anlamda emek alanındaki bu sarsıntı aynı zamanda.. toplumsal muhalefetin de bir kaldıracıdır.. bir mühendisin gelir düzeyi ile sosyal bilimlerdeki bir akademisyenin gelir düzeyi arasındaki uçurum.. bu alandaki devrimci yada radikal-demokrat aydın hareketinin de kaldıracı olmuştur..

kalifiye emeğin mühendis(akademik) düzeyinin yoğunlaşmasından dolayı kalifiye olmayan yada alaylı kalifiye emek.., boşa düşmüştür.. bunlarda daha ağır ve "pis" zor işlerde çalışmak için yüksek ücret ve sosyal haklar talep etmişlerdir..
seri üretimin mantalitesine uygun eğitimden hoşnut olmayan gençlik içinde kaldıraç olmuş ve 68 baharı başlamıştır..
avrupa.., 1960 lara kadar yoğunlaşan kalifiye teknik eleman sayısından dolayı.. var olan "alt" işleri yapacak emek bulamıyordu.. bulsa da bu işler için yüksek ücret ve sosyal haklar isteniyordu.. bu anlamda.. türkiye gibi ülkelerden kalifiye olmayan yada az kalifiye köleler satın alındı yada ithal edildi diyeyim.. 1960 larda almanyaya gidenlerin köle pazarlarındaki gibi dişlerine bakıldığı bilinir.. kalifiye emek değil.. katır alınıyordu.. bunlara verilen düşük ücretten artanı da işsizlik parası olarak bu kesimlere aktarıyorlardı..

yine aynı yıllarda türkiyede..; montaj sanayi denilen ama aslında zaten küresel olarak kendisi montaj sanayi olan bu yeni alanlarda tersine olarak avrupanın teknik emekçileri mühendis statüsünde arzı-endam ediyordu.. çünkü bu sistem için uygun.., yeterince kalifiye eleman yoktu..

yazar bunları atlayıp garip bir analiz yapmış..
Ancak bu birinci unsursa, ikinci unsuru da şu: bu kitlesel olarak üretilmiş malların kitlesel olarak tüketilmesi gerekiyor. Yani bir üretim fazlası ya da eksik talep yaşanmamalı. İşte, fordizm göreceli olarak işçi haklarına daha duyarlı, daha hazmedilebilir, toplu sözleşmeli, grevli, sendikal haklı ve bunun uzantısı olarak sosyal devleti ve kazanımlarını bir noktada tolere eden, hazmedilebilir kılan, işçilerin ücretlerini sadece maliyet unsuru olarak değil aynı zamanda talep unsuru olarak gören bir sistemin yaratılmasına dayandı.
nerde ise fordizmi devrimci yada sosyal-demokrasi olarak sunacak.. bu mantalite ile bakarsak.. her üretilen malı alacak bir gelir düzeyi planlaması her zaman gereklidir.. şimdi niye yok!!! bu mantalitenin yanılgısı şudur.. işçi sınıfının genişlemesini sosyal dönüşümlerin nesnel gerekliliği olarak görmektir.. bunun olabilmesi içinde sanayi üretimsel alanın ve bu anlamda sanayi sermayesinin(burjuvazisinin) gelişmesi zorunluluğudur.. bir yanda azınlık sanayi burjuvazisi diğer yanda toplumun çoğu işçi.. olacak ki sosyal dönüşüm olsun.. sanayi-burjuvazisini "övmek" hoş olmayacağından işçi sınıfının çoğalmasını "övmek" kolay ve kabül edilebilir oluyor..
ne ka köfte o ka ekmek der gibi.. ne ka sanayileşme ve sanayi burjuvazisi o ka işçi yani ekmek.. köfteyi onlar kapacak ekmek işçilere kalacak..

bir iktisatçı.. bilinci kodlanmamış ise.. bu tarihleri dikkatle inceler ise.. şunu görecektir..
1- kalifiye emek haliyle bir maliyet ile oluşur.. bu anlamda teknik yada mühendislik sürecinin maliyetine değecek bir ücret yani yaşam koşulları sunacaksın ki buralara rağbet olsun..
2- kent nüfusu bu anlamda yetmeyeceğinden kırsal alanların kente akışı da hızlanacaktır.. amerikan rüyası gibi iş okuma olanakları yani sınıf atlama olanakları..
3- bu yoğunlaşmanın yaratacağı.. kalifiye olmayan "pis" ve ağır işleri yapacak emeğe gereksinim..
4- sendikal haklar vs. ise "ilericilik" değildir.. yeni sanayileşen türkiyede yerel üreticilerin yada aile üretimlerinin rekabetini kırma amaçlıdır.. 10-20-30 kişi ile çalışan bir tekstil alanında pahalı yatırım ile var olan yeni sanayilerin rekabeti iki yönüdür.. birincileri daha doğasal hammadde ile çalışır ve el emeği(ürünün kalitesi anlamında) daha fazladır.. yerel işçilerden dolayı maliyet azdır.. sendikal haklardan ziyade yeni iş yasası ile bu maliyetler artırılmıştır.. sigorta pirimleri sosyal haklar askari ücret vs. bu dar üretim alanlarını zorlamıştır.. günlük 10 ürüne düşen pay ile günlük seri üretimle 100 olabilen mala düşen bu gider payı aynı değildir.. sistem bir dönem bunu işleterek bu alanları "hal" ettikten sonra var olan hakları zaman içinde ya geri almış yada işletilemez hale getirmiştir.. 1968-78 işçi direnişlerinin nedenleri de bunlardır.. elbette maliyeti yüksek bu ürünler yerine maliyeti düşük ve fiatıda düşük bu ürünlerin tercihinde sosyal kodlamalarda etkili olmuştur.. insana zararlı naylon gömlek ile keten yada pamuk gömlek bir olur mu? bir süre sonra bu alanda sanayileşmiş ve en pahalı ve zenginlerin giyebildiği ürün olmuştur..

kısaca..,
yazar sapla samanı karıştırmıştır ama bu duruma düşmasinin nednlerinden birini yuykarıda belirttim.. işçi sınıfının genişlemesi bu anlamda sanayileşmenin ilericilik görülmesidir..

yani.., seri üretimin sistemleştirilmesi ile ortaya çıkan sosyal alanlardaki değişimler aynı proğramın bir işlevi olarak görülemez.. biraz da nesnel bir olaydır demek istiyorum.. yan tesişrleri olmuştur.. sonrası süreçlerdeki değişimler(hakların alınması baskı vs.) bu anlamda yan tesirlerin giderilmesi zorunluluğundandır..

en tehlikeli söylem ise alttadır..
Bu, kapitalizmin gelişmiş merkez ekonomilerinde çok daha yüksek sosyal haklar, çok daha fazla sendikal haklar ve daha yüksek ücretli bir orta sınıf yaratırken, Türkiye benzeri çevre ülkelere de, kendi tarihsel süreçlerinde bir yerde bir parça soluk alabilecekleri koşulları sundu. Türkiye’de uzun yıllar boyunca sendika hakkı olan fakat grev hakkı olmayan, bir nevi silahsız asker konumundaki işçi sınıfına, 1963 tarihli iş yasası ile birlikte grevli, toplu sözleşmeli sendika hakkı tanındı.

bu konuya yine değineceğim ve sonrası anlatımlardaki daha tehlikeli söylemlere değinerek bunu yapacağım..
 
#3
2. bölüm

Fakat bu model 1970’lerde artık tıkanmaya girdi. Sadece Türkiye’de değil, bütün dünyada tıkanıyordu. Çünkü fordist seri üretim artık taklit edilmeye başlamıştı. Önce Japonya, sonra Kore, Asya’nın kaplanları, Çin’in dragonları, Vietnam’ın ejderhaları… Ucuz işgücüne dayalı avantajlar kullanılarak, kolaylıkla taklit edilebilir malların üretimi Kıta Avrupa’sından ve Amerika’sından ucuz emek olan bölgelere taşınabilir hale geldi. Yani, dünya çapında merkez ülkelerdeki sermaye dünya çapındaki ucuz emek cenneti ülkelerle rekabet etme durumda kaldı.
yazar.. bir yandan.. Bunların hiçbiri uluslararası kapitalizmin gelişme yasalarından bağımsız, onlardan kopuk Türkiye’nin kendi başına yaşadığı olgular değil. diyor.. diğer yandan da.. Çünkü fordist seri üretim artık taklit edilmeye başlamıştı. Önce Japonya, sonra Kore, Asya’nın kaplanları, Çin’in dragonları, Vietnam’ın ejderhaları… diyor..

savaştan çıkmış japonyanın bu anlamda geliştiği bilinir.. ilk "mucize" japonyadır.. ama bu japon sanayisinin finansal arka planında ne vardır bu bir yana.. bu teknoloji oraya kimlerin izni ve isteği ve denetimi ile aktarılmıştır atlamaktadır..
kore gibi gibi çay üretimi ve kırsal yaşamı olan bir ülke batının denetiminde iken nasıl batı sanayisini çalabilir(taklit edebilir) ve bu anlamda üretim yapabilir.. ??

hadi bu gerçeklikleri atlayıp sallayabildin de aşağıdaki tespiti nasıl yaparsın..
Yani, dünya çapında merkez ülkelerdeki sermaye dünya çapındaki ucuz emek cenneti ülkelerle rekabet etme durumda kaldı.
kore gibi bir ülkenin sermayesi.. "kaplanlar" gibi batı sermayesine kafa tutuyor.. !!!!!!
"kore kaplanları" hikayesi bizzat küresel sermayenin palavrasıdır.. aynı palavra türkiyede "anadolu kaplanları" olarak yedirildi.. kayseri-antep gibi alanlardaki "kaplanlar" şimdi batı şirketleri ile "zorla" evlendirildi.. ki bu zaten başka türlü sonuçlanamazdı.. emanet sermaye ve emanet sanayi olan kore-türkiye-hindistan vs. gibi yerler yeddi-emin olarak "ulusal" alanı hazırladılar ve sahiplerine devrettiler.. bu işler ilk önce finans alanında olup bitti.. bakın türkiyeye.. bir tane eski bilinen "milli"!! banka yada finans şirketi kaldı mı?

gıda devi olan ülkerin danone ile ortaklaşmaya gereksini mi? vardı.. "bilimsel iktisatcılarımız" ya bilmez yada bilir ama bilmez.. danone yabancı değildir.. osmanlıdan beri var olan.. banker emanuel karossou nun torunlarıdır.. ispanyadan geldiler yine oraya döndüler.. ve ispanya merkezlidir.. girin internete danone yi sorgulayın..

oyaks.. en "milli" ordu malıdır.. ama başından beri axess "güvencesi altında idi şimdi açıkça "beraberler".., imam nikahını medeni hikaha çevirdiler..

yazar kalkmış.., küresel sermayenin uydurması olan "kaplanlar" ile yaşlı aslanlar(batı) mücadelesi.. "yazıyor"...

Burada, ulus ötesi tekeller artık merkez ekonomilerindeki idari binalarını uluslararasılaştırdılar ve sermaye de uluslararasılaşmak zorunda kaldı.
sanırım ne 1900'lardaki lenini ne de leninden önce de yazılan(1800ler sonu) finans kapital ve uluslararası tekeller hakkındaki yazıları okumamış.. daha yeni oluyor sanıyor..
bence sanmıyor.. kendine bu dönem öncesini "ulusalcılık" milli pazar-ekonomi" milli-ulusal devlet sanacak yandaş arıyor..
ve sermaye de uluslararasılaşmak zorunda kaldı. gitti canım "milli sermayemiz".. satıldı!!
bu bir alay değil.. aslında bir itirazım ve bir öfkemdir..

lafı geveleyip.., dolaştırıp.., işi ulusalcılığa getiren bir mantalitenin kodlamasına itirazımdır..

Ama sermayenin uluslararasılaşması ulus devletler içindeki regülâsyonların, kuralların yıkılmasını gerektiriyordu. Dolayısıyla, yeni bir dalga, küreselleşme dalgası böylelikle kendiliğinden bir ivmelenme kazandı bir nevi tsunami gibi sermayenin akışkanlığının hızlanması güvence altına alındı. İşte 1970’lerin ikinci yarısından başlayan ve 1990’lara kadar süren, bütün ulus devletlerin peş peşe özelleştirme, devletin ekonomide rolünün küçülmesi, serbestleştirme süreçleri aslında sermayenin ulusal sınırın dışına taşma ihtiyacının bir yansımasıydı.
bu anlatım.. kurnazca bir demagojidir..

bunu çözebilmek için çok basit ve açık olan bir gerçekliği atlamamamız gerekir..
Ama sermayenin uluslararasılaşması ulus devletler içindeki regülâsyonların, kuralların yıkılmasını gerektiriyordu
mavi olan cümle bir yalandır.. bir çarpıtmadır.. sermayenin uluslararsılaşması.. ne zaman başladı ve netleşti diye sormamız gerekir.. yazara göre.., İşte 1970’lerin ikinci yarısından başlayan ve 1990’lara kadar süren, demekki bu tarihsel süreçler ile başladı.. bu zamana kadar sermayeler uluslararası değildi.. diğer bir söylem ile bazı!! ülkelerin örneğin türkiyenin sermayesi milli!! idi..
ben demiyorum..
örneğin.. türkiyenin..;
Ama sermayenin uluslararasılaşması .. için.. ulus devletler içindeki regülâsyonların, kuralların yıkılmasını gerektiriyordu
regülasyon kelimesi siyasal alanda sistemin kendisi ve işleyişi anlamındadır.. ayrıca kuralların demesine de gerek yoktur.. hukuk-kurum ve yasaları işleyişleri tümü anlamındadır.. kısaca sistemin var olan yapısı ve işleyişi değişmek-yıkılmak zorundaydı diyor.. yine 1950-60 sanayileşme sürecini atlayıp özellikle 1970- ve sonrasını vurguluyor.. ulusalcılar.. 150-60 arasını karşı devrim 1960 ıda buna karşı yapılan devrimci darbe olarak görürken.. 1970 ve 1980 i ise..; 1923-50 ve 1960 regülasyonunun yıkılması olarak görürler..
İşte 1970’lerin ikinci yarısından başlayan ve 1990’lara kadar süren, bütün ulus devletlerin peş peşe özelleştirme, devletin ekonomide rolünün küçülmesi, serbestleştirme süreçleri aslında sermayenin ulusal sınırın dışına taşma ihtiyacının bir yansımasıydı.
bu cümleye baktığımızda yanlış bir şey yoktur.. bu zamanlara kadar işletilen ulus-devlet yapılarının sermaye tarafından kaldırılma gereksinimi olarak sunuyor.. ama bunu söylerken bu işe gereksinim duyan sermayenin daha öncesine ise.. devletçilik olarak sahip çıkıyor.. yazar.., iç sermayeyi suçlarken devletin ekonomide rolünün küçülmesi, anlatımı ile devleti sermaye gibi görmekle kalmıyor ona milli-ulusal bir mühteva biçiyor.. bu devlet regülasyon"u nedir.. sermaye mi? yoksa başka bir şey mi? yoksa milli sosyalizm mi? nedir..?

sermayenin ulusal sınırın dışına taşma ihtiyacının bir yansımasıydı. söylemini anladık!!.. 1970lerin ortalarından itibaren bu ulusal sermaye yan çizdi ve ulusal sınır dışına taşma gereksinimi duydu da.. ne amaçladı? emperyal sermaye olmayı mı? bu güçleri varmıydı? varsa hedef ve amaçları nedir.. yada küresel sermayeleşme.. veya yazarın söylemi ile uluslararasılaşan sermayelerin arasına ne olarak katıldı.. ortak mı_ maraba mı? birincisi ise türkiye anlamında buna kargalar güler.. ikincisi ise.. buna gereksinim duyuldu denilmez.. zorla maraba yapılma denir.. sanırım bu anlamda.. bu süreci engelleyecek asıl şey.. ulusal devlet ve regülasyonunun korunması olacaktı..
merak etmeyin.. buraya da geliyor..

bütün ulus devletlerin peş peşe özelleştirme, devletin ekonomide rolünün küçülmesi, serbestleştirme süreçleri aslında sermayenin ulusal sınırın dışına taşma ihtiyacının bir yansımasıydı.
diyerek arkasından ağladığı ulusal "değerleri" ulusal sermaye sanmayın yazara haksızlık olur.. o.., ulus-devlet için ağlıyor..
bu arada sormak gerekir.. devletin ekonomideki rolü büyük olunca sermayenin rolü küçük mü? kalıyor.. bu ekonomi halkın sermayesi mi? oluyor.. da küçülmesini dert ediyoruz..

ne demiştim.. yazı uzun ve "karışık" önemli olan "hutbenin mevzu"sudur..

Sermaye küreselleşirken emek ulusal sınırlara hapsedildi ve parçalandı
bunu anlamaya çalışalım..sermayenin küreselleşmesini anladık.. bu zaten kapitalizmin kendi öznel-nesnel yasaları gereğidir.. ulusal sermaye nedir ne zaman vardı.. varsa faydaları ne idi ki.., küreselleşince daha kötü oluyor.. emek.., sermaye olmadan var olamaz ise.. sermaye küreselleşirken emek nasıl ulusal kalabiliyor..
veya.., ulusal emek nedir..? ulusal emek.., uluslararası olunca eski halinden daha iyi mi? olacaktır..

yada şöyle sorayım.. emeğin küreselleşmesini biri bana ekonomik olarak anlatıversin.. örneğin.. türkiyedeki işçi.. ertesi gün gidip çinde çalışamaz mı..? bence çalışır ama kapitalist üretimin işlevi içinde bu olabilir.. yada biçilen misyonlara göre olur.. emek kendi kafasına bunu yapamaz.. yani emek işleyişi de uluslararası normlar içindedir.. tıpkı sermaye gibi.. kimse kafasına göre gidip çinde fabrika açamaz.. yada türkiye de.. bunu ulusal normlar değil yine uluslararası normlar belirler..

yazar.. kapitalizmin küreselleşmesini sanırım bilmiyor.. ulusalcılığa takılı kaldığından her şeyi karıştırıyor.. marks hindistan çözümlemelerinde.., ingiliz işgalinin zaman içinde kaçınılmaz olarak hindistana kapitalizmi yerleştirmek zorunda kalacağını söylerken.. kapitalizmi ulusalcılık ile karıştırmamamız gerektiğini güzelce anlatıyordu..

sermayenin ulusu olmaz ulusalcısı da olmaz.. o sermayedir.. bir yere damlayan mürekkep lekesi gibi giderek yayılır.. yayılırken egemenliği altındaki emeği de bu anlamda biçimlendirir ve yayar.. yayılma süreçlerine ve yayılma içindeki işlevselliklere göre "ulusal" denilen alanlara misyon biçer.. bu anlamda müdahale eder..

Günümüz küreselleşmesinin çarpık bir küreselleşme olduğu aslında buradan belli. Sermaye küreselleşirken emeğin ulusal sınırlara hapsolması sağlandı.
küreselleşmenin.., çarpık olmayanını da biri bana anlatıversin..
anlatmaya başlamışken de emeğin ulusal sınırlara hapsolma olayını da açıklasın.. emek alana göre ele alınır ulus-devletlere göre değil.. emek ulusal sınırlarda hapis değil.., sermayenin sınırlarında hapis hallerindedir.. gerektiğinde başka alanlara(ulusallara!!) taşınır da..

sanırım.. yazar.. toyota türkiyeye geliyor yatırım yapabiliyor ise.. emek de japonyaya gidebilsin diyor.. diyorda.. türkiyedeki toyota işçisnin japonyaya gidebilmesinin önünde engel yokki.. gidersin ama işe alan olur mu.. bırak japonyayaı.. kendi "ulusal"!! sınırlarındaki serbest dolaşımında iş olanakları neye bağlı..

türkiyedeki emek.. 1960 larda gayet uluslararası idi.. avrupaya yük katırı ithali yapıyorduk..

hutbenin zırt dediği yere geldik..

Dolayısıyla sermayenin, uluslararası tekellerin ve finans sermayesinin küreselleştiği aynı süreçte üretici olan veya kırsal olan emeğin yerelleştirildiği,
türk!! sermayesi gayet yerli iken uluslararası olmayı becermiş! .. ama üretici olan veya kırsal olan emek .. yerelleştiril-miş.. buna ne diyeyim şimdi.. adanadaki-gebzedeki.. işçi yerel olmayıp da ne olacak.. yada çukurovadaki tarım işçisi yerel olmayıp da ne olacak..!!
hakkarideki tarım ve hayvancılıkla iştigal eden halkın bu işlevlerini baskıla-yasakla sonra bunlar orduya fındığa gitsin.. bu mu? yerelleşmek.. yoksa parise fındığa gidebilince mi? yerel olmayacaklar..?

hatta yerelleşmekten de öte parçalandığı, dışlandığı enformalize edilip etnik, cinsiyete dayalı, dini birtakım dikey temeller doğrultusunda parçalandığı ve siyasi olarak da güçsüzleştirildiği bir noktaya geldik.

konumuzsermayenin uluslaraarsı olmasına karşın emeğin uluslararası olamaması değilmiydi..? ama.., "konu".., nereye geldi..


emek yerelleşmiş? .., konuya göre anlamaya çalışırsak.. türkiyedeki emek.. uluslararası idi şimdi ulusal-yerli oldu.. ama.., anlatılan bu olmasa gerek..
enformalize edilip dediğine göre.. belirli bir tanımlaması olan emek tanımı bozuldu diyor.. ama bunun yerelleşme ile ilintisi nedir diye sormamız da gerekir..
sorar isek..; etnik, cinsiyete dayalı, dini birtakım dikey temeller doğrultusunda parçalandığı yanıtını alırız..

etnik, ..; alman emekçileri demek serbest.. ingiliz emekçileri demek serbest.. hatta türk emekçileri demek serbest.. bunlar yerelleşme yani etnik sınıra hapsetme olmuyo.. çünkü her biri bir yerel-ulusal tanım "içermiyor".. gayet.., küresel..
ama kürt emekçisi dedin mi? ..olmadı işte yerelleştin..

cinsiyete dayalı, ..; emekçinin cinsiyeti olur-mu? meleklerin yok.. akdın emekçiler dedin mi tanımı bozuyor.. enformalize ediyorsun.. emekçi emekçidir.. erkeği dişisi olmaz.. dişi daha farklı sorunlar yaşayabilir bunlar tali işler.. ama 8 mart dediğinde kutlamak serbest.. kadın sorunlarından bahsetmek serbest değil.. emekçileri enformalize ediyorsun yerelleştiriyorsun!!

dini birtakım dikey temeller doğrultusunda parçalandığı ..; burasıişin laik-cumhuriyet gazı oluyor.. kimse din noktasında dini olarak emekçiden bahsetmiyor ki.. aslinde bir çok yerde bu da önemlidir.. dini farklılıklar yüzünden iki kat esilen emekçiler de var..

O yüzden 1980 sonrası gerek Türkiye’de gerekse tüm dünyada sosyal demokrasi, sosyalizm alternatif olarak dışlandı. Emek sermaye çelişkisini göz ardı edecek bu etnik, dini ve cinsiyet temelli ayrışma bir yerde bilinçli olarak pompalandı. Sermaye uluslararasılaşıp bir bütün olurken emeğin yerel sınırlar içinde deyim yerindeyse nasyonalize edilmesi ve bir dizi sağ akımın milliyetçi söylemler içinde yoğunlaşması, önce Yugoslavya’nın parçalanıp Balkanlaştırılmasına yol açtı daha sonra da turuncu devrimlerle eski SSCB’nin içindeki çeşitli milliyetlerin teker teker küçük devletlere dönüşme taleplerini yükseltti.
demagojik söylemleri yiyen bol.., yazıyı düz okuyup.., içeriğine girme zahmetine katılmayan da bol nasılsa diyerek burada da aynı mantaliteyi işletmiş..

O yüzden 1980 sonrası gerek Türkiye’de gerekse tüm dünyada sosyal demokrasi, sosyalizm alternatif olarak dışlandı. bu dışlamaları 1980 sonrası ile ifade etmek kurnazlıktır.. sosyalizm alternatifini.., 1923 de karadenize gömenleri atlamak.. sonrası 1968 1970 süreçlerini atlamak .., olsa olsa.., ulusalcı-şövenistlere has bir olaydır..
ve özellikle 1980 söylemi.., bu tarihlerden sonra yükselen kürt politik halk hareketine bir saldırı amaçlıdır..

sosyalizmin alternatif olmasını kimse dışlamamıştır.. beceremeyenler yada toplumu bu anlamda örgütleyemeyenlerden bahsetmek olasıdır.. ve de bunlar doğaldır.. sen hala devletciliği .., hatta ulus-devleti.., işlersen sosyalizm nasıl alternatif olsun..
senin sosyalizm anlayışın da bir çeşit ulus-devletçiliktir.. yıkılan da alternatif olmaktan çıkan da budur.. yoksa sosyalizmde ısrar hala vardır ve küresel olarak da vardır..

son olarak.. bu yazarın.., yazı içindeki kodlamalarından örnekler vereceğim..

Devlet yeniden biçimlendirildi. “Devletin rolünün küçültülmesi” politikası ile işçiler ve emekçiler açısından sosyal haklar küçültülürken sermaye açısından yeni bir ulusal sermaye türünün palazlanması ve finanse edilmesi anlamında devlet aslında büyüdü.
eski ulusal semaye varsa ne idi.. yeni palazlandırılan ulusal sermaye ile eskisinin arasındaki fark nedir..? hani devlet küçültülüyor.. ulusal sermaye artık uluslararası olayı gerekli görüyorsu.. bu yeni palazlanan ulusal sermaye bahsedilen uluslararasılaşandan farklı mı?
vs. vs.
yazıdaki eski ulusalcılığa ve eski ulusal devlete ve sermayeye "muhabbeti" görmezseniz yazıyı düz okumuş olursunuz..

12 Eylül darbesi Türkiye’nin 1960’larda çizilmiş bu grevli, toplu sözleşmeli, göreceli olarak (burada altını çizmek istiyorum her şey göreceli olarak değerlendiriliyor) özgürlüğe, sosyal haklara ve çağdaş bir anayasaya kavuşmuş yapısı sermaye tarafından artık kabul edilebilir olmaktan çıktığı dönemin ürünüdür
Sermaye sınıfının o anayasal haklarla sermaye birikimini sürdürmesi, sermayenin uluslararasılaşması, küresel sermeye ile işbirliği içine girebilmesi mümkün değildi. O bakımdan işçi sınıfının kazanımlarının mutlaka aşındırılması, işçilerin, emekçilerin örgütlülüğünün mutlaka kırılması ve Türkiye’nin ucuz işçi cennetine dönüştürülmesi için anayasanın işçi haklarıyla ilgili hükümlerinin değiştirilmesi gerekiyordu.
birine kalk 1960 darbesini öv hatta ulusal sosyalist olarak kodla desen.., ancak bu kadar "güzel" yazabilir..


1960 öyle bir devrimci darbe ki..; Sermaye sınıfının o anayasal haklarla sermaye birikimini sürdürmesi, mümkün değildi.
ne darbe imiş..!! sermayenin birikimine engel.. !!!!!!!!!
fazla!! biriktirmesine engel olmakla kalmıyor.., hemde..; bu kadarlık köfte ile yetin.. tamam burjuvamızsın başımızın tacısın ama.., ulusal kalacaksın.. dediğinden.., sermayenin uluslararasılaşması, küresel sermeye ile işbirliği içine girebilmesi mümkün değildi.


daha fazla söze gerek varmı?



 
Üst