1962 yılının sonunda Devlet Planlama Teşkilatı’nın kurulması ile birlikte ekonomide planlı dönemin başladığını söyleyebiliriz. 1963 yılında hazırlanan birinci beş yıllık kalkınma planı “sosyal adalet, toplumun ve ferdin refahı, insan haysiyetine yaraşır bir yaşam, iktisadi, sosyal ve kültürel kalkınma” kavramlarına ağırlık veriyor daha doğrusu bu kavramları odağına alıyordu. Ancak dokuzuncu ve son kalkınma planında ise “küresel ölçekte rekabet gücü, AB’ye üyelik ve her alanda kamu harcamaları da dâhil etkinlik” kavramları ön plana çıktı. Bu iki yaklaşım arasındaki farktan da anlayabileceğimiz gibi iktisadi hayatta ve politikada keskin bir paradigma değişimi yaşanmıştı. Bu değişimi ve dinamiklerini Prof. Dr. Erinç Yeldan’a sorduk.
TÜSİAD'ın yeni anayasa önerisiyle "demokrasi bayrağı" çekmesinden hemen önce yaptığımız söyleşide Yeldan, 12 Eylül darbesinin ve anayasasının sermayenin istemleri doğrultusunda açığa çıktığının asla unutulmaması gerektiğini söylüyor.
Türkiye’de son 50 yıl içinde iki farklı ekonomik yaklaşımın hakim olduğunu görüyoruz. 1960’lı yılların planlı kalkınmasından 1980’lerden bugüne gelen ihracata dayalı sanayileşme modeline keskin bir paradigma değişimi görünüyor. Bu değişim sürecinin altında yatan dinamikler nelerdir?
Şimdi, her şeyden önce bir konuyu tekrar tekrar vurgulamamız gerekiyor. Türkiye’nin 1960’larda yaşadığı planlı kalkınma olarak adlandırılan veya ithal ikameci sanayileşme ve içe dönük büyüme olarak betimlenen kalkınma modeli Türkiye’ye özgü bir kalkınma modeli değildi.
1980 darbesi ve darbe sonrası yaşanan olaylar, sendikasızlaştırma, örgütlü işçi hareketinin dağıtılması, işçi ücretlerinin geriletilmesi ve haklarının elinden alınması ve giderek 1990’larda finansallaşmanın yükselmesi, Türkiye’nin bir finansal spekülasyon cazibe merkezi haline gelmesi, ucuz emek, ucuz ithalat cennetine dönüştürülmesi, eğitim, sağlık başta olmak üzere bütün kamu hizmetlerinin ticarileştirilmesi, vatandaşın müşteri haline dönüştürülmesi ve bugüne kadar gelinen tarihsel demet Türkiye’ye özgü birçok olgu içerse de aslında dünya kapitalizminin içinde bulunduğu devrevi dalgaların Türkiye’ye yansımalarının bir biçimiydi.
Bunların hiçbiri uluslararası kapitalizmin gelişme yasalarından bağımsız, onlardan kopuk Türkiye’nin kendi başına yaşadığı olgular değil. Şimdi bunu derken, “başımıza ne geldiyse ‘yabancılardan’ geldi, dolayısıyla bizim kurtuluşumuz dışarıya kapanmaktan geçer, tekrardan ithalat duvarlarını koruyalım” şeklinde bir çözüm reçetesi önerme durumunda da değiliz. Sınıfsal ve tarihsel olarak kapitalizmden bir kopuş yok, önce bunu vurgulamak istiyorum.
İşçi ücreti yalnızca maliyet unsuru değildi
Şimdi, Türkiye’nin 1960’larda çizdiği model aslında uluslararası ekonomide fordizm denilen çerçeveye dayanıyordu. Fordizm, iki unsura dayanır. Birinci olarak, birbirine çok benzeyen ürünlerin montaj hattında çok hızlı kitlesel üretimi, seri üretime dayalı... Burada markadan ziyade standart olmuş mal üretimi önemlidir. İşte bu dayanıklı tüketim mallarında buzdolabında, televizyonda, çamaşır makinesinde, radyoda ve otomotiv sektöründe standardize edilmiş parçaların birbirine monte edilmesi ve çok hızlı bir şekilde seri şekilde üretilmesi çok yüksek bir üretkenlik ve verimlilik artışı sağlamıştı.
Ancak bu birinci unsursa, ikinci unsuru da şu: bu kitlesel olarak üretilmiş malların kitlesel olarak tüketilmesi gerekiyor. Yani bir üretim fazlası ya da eksik talep yaşanmamalı. İşte, fordizm göreceli olarak işçi haklarına daha duyarlı, daha hazmedilebilir, toplu sözleşmeli, grevli, sendikal haklı ve bunun uzantısı olarak sosyal devleti ve kazanımlarını bir noktada tolere eden, hazmedilebilir kılan, işçilerin ücretlerini sadece maliyet unsuru olarak değil aynı zamanda talep unsuru olarak gören bir sistemin yaratılmasına dayandı.
Bu, kapitalizmin gelişmiş merkez ekonomilerinde çok daha yüksek sosyal haklar, çok daha fazla sendikal haklar ve daha yüksek ücretli bir orta sınıf yaratırken, Türkiye benzeri çevre ülkelere de, kendi tarihsel süreçlerinde bir yerde bir parça soluk alabilecekleri koşulları sundu. Türkiye’de uzun yıllar boyunca sendika hakkı olan fakat grev hakkı olmayan, bir nevi silahsız asker konumundaki işçi sınıfına, 1963 tarihli iş yasası ile birlikte grevli, toplu sözleşmeli sendika hakkı tanındı.
Ama örneğin gerçek anlamda bir komünist partisine hiçbir zaman müsaade edilmedi. Sendikalar ile siyasiler arasında organik bağ kurulmasına müsaade edilmeden Türkiye’ye özgü kısıtlamalarla, bu haklar göreceli olarak tanındı. Ulusal düzeyde bir kalkınma planı ve ulusal düzeyde sanayiyi ve yerli burjuvaziyi desteklemeye dayalı ithalat korumalı rejim ile Türkiye 1960’ları geçti.
Bu dönemde ithalatın korunmasından doğan rantlar ticaret burjuvazisinin palazlanmasına ve giderek sanayi burjuvazisi ile kaynaşmasına yol açtı. Her büyük komprador sanayi işletmesinin aynı zamanda kendi ticaret dağıtım örgütlerine ve bankalarına kavuşmasıyla bir bütün olarak sanayi, ticaret ve finans sermayesi tekeller, holdingler yarattı. Tekelci kimliğe bürünmüş sermaye, yüksek ücretleri, kırsal kesime verilen yüksek teşvikli yeniden dağıtım mekanizmalarını bir yere kadar hazmedebildi, hoşgörüyle karşıladı. Burada, DPT’nin rant dağıtma mekanizmaları ve bürokrasi kadroları ile iç içe geçmiş bir devlet kapitalizmi modeli sürdürüldü.
Sistem tıkanınca…
Fakat bu model 1970’lerde artık tıkanmaya girdi. Sadece Türkiye’de değil, bütün dünyada tıkanıyordu. Çünkü fordist seri üretim artık taklit edilmeye başlamıştı. Önce Japonya, sonra Kore, Asya’nın kaplanları, Çin’in dragonları, Vietnam’ın ejderhaları… Ucuz işgücüne dayalı avantajlar kullanılarak, kolaylıkla taklit edilebilir malların üretimi Kıta Avrupa’sından ve Amerika’sından ucuz emek olan bölgelere taşınabilir hale geldi. Yani, dünya çapında merkez ülkelerdeki sermaye dünya çapındaki ucuz emek cenneti ülkelerle rekabet etme durumda kaldı. Burada, ulus ötesi tekeller artık merkez ekonomilerindeki idari binalarını uluslararasılaştırdılar ve sermaye de uluslararasılaşmak zorunda kaldı.
Ama sermayenin uluslararasılaşması ulus devletler içindeki regülâsyonların, kuralların yıkılmasını gerektiriyordu. Dolayısıyla, yeni bir dalga, küreselleşme dalgası böylelikle kendiliğinden bir ivmelenme kazandı bir nevi tsunami gibi sermayenin akışkanlığının hızlanması güvence altına alındı. İşte 1970’lerin ikinci yarısından başlayan ve 1990’lara kadar süren, bütün ulus devletlerin peş peşe özelleştirme, devletin ekonomide rolünün küçülmesi, serbestleştirme süreçleri aslında sermayenin ulusal sınırın dışına taşma ihtiyacının bir yansımasıydı.
Sermaye küreselleşirken emek ulusal sınırlara hapsedildi ve parçalandı
Günümüz küreselleşmesinin çarpık bir küreselleşme olduğu aslında buradan belli. Sermaye küreselleşirken emeğin ulusal sınırlara hapsolması sağlandı. Dolayısıyla sermayenin, uluslararası tekellerin ve finans sermayesinin küreselleştiği aynı süreçte üretici olan veya kırsal olan emeğin yerelleştirildiği, hatta yerelleşmekten de öte parçalandığı, dışlandığı enformalize edilip etnik, cinsiyete dayalı, dini birtakım dikey temeller doğrultusunda parçalandığı ve siyasi olarak da güçsüzleştirildiği bir noktaya geldik.
O yüzden 1980 sonrası gerek Türkiye’de gerekse tüm dünyada sosyal demokrasi, sosyalizm alternatif olarak dışlandı. Emek sermaye çelişkisini göz ardı edecek bu etnik, dini ve cinsiyet temelli ayrışma bir yerde bilinçli olarak pompalandı. Sermaye uluslararasılaşıp bir bütün olurken emeğin yerel sınırlar içinde deyim yerindeyse nasyonalize edilmesi ve bir dizi sağ akımın milliyetçi söylemler içinde yoğunlaşması, önce Yugoslavya’nın parçalanıp Balkanlaştırılmasına yol açtı daha sonra da turuncu devrimlerle eski SSCB’nin içindeki çeşitli milliyetlerin teker teker küçük devletlere dönüşme taleplerini yükseltti.
Tabii, bu bulanıklık içinde artık emek kendi silahlarını devreden çıkarıp milliyetçilik silahına, nasyonalizme veya yerelleşmeye mahkûm edildi. Bunun karşısında sermaye uluslararasılaştı, küreselleşti. Bu çarpık gelişme “bu sürecin önüne durmanın imkânsız”, “küreselleşmeye karşı olmak çağdaşlaşmaya karşı olmaktır”, “bu bir demokrasi ve hürriyet projesidir”, “bir teknolojik çağdaşlık öyküsüdür” denilerek kitlelere empoze edildi.
Borç mekanizması yoksullaşan emekçiyi finansallaşma ile uyumlulaştırdı
Bunları olurken bir yandan da dünya çapında emeğin ulusal gelirlerden aldığı pay, ücretler geriletiliyordu. Bu Türkiye için de geçerliydi, diğer ülkeler için de. Fakat bu olurken finansallaşma öyküsü emekçi sınıflara, orta sınıflara, geliri yetmeyen kesimlere kredi kartları ile tüketim olanağı döktü. Tüketici kredileri, konut kredileri, “riski sosyalleştiriyoruz” diye sunulan yepyeni finansal enstrümanlar ve finansal borçlanma olanaklarıyla bu kitlelerin üzerine başlarından aşağı dökülen bir su kovası gibi bırakılan kredilerle, Ergin Yıldızoğlu’nun deyimiyle bir “tüketim humması”yla bir yerde sistemle uyumlulaştırıldılar.
Renkli televizyonlar, arabalar, dayanıklı tüketim malları (ki bunlar standardize oluş, çok ucuza mal edilmiş mamul mallar) dünyanın atölyelerinde üretilip kıta Avrupa’sına ve Amerika’ya ucuza satılıyor. Burada mülksüzleşen, ücretleri düşen emekçiler için sınıf bilincini dışa vurmak ya da sınıf bilincine ulaşmak borçlanma olanağıyla deyim yerindeyse ertelenmiş oluyordu.
Bu bir sis perdesi altında sıkı tüketen, sürekli borçlanan ve borçlarını ödemek için daha da fazla çalışan ve enformelleşen, sosyal kazanımlarındaki kayıplara ses çıkarmayan, örgütsüzleştirilmiş deyim yerindeyse tam anlamıyla Marx’ın birinci ciltte özetlediği proleterleşmeyi uluslararası anlamda yaşayan, hem üretici atölyelerde, Çin’de, Hindistan’da direk işçi, üretici olarak veya kapitalizmin merkez ülkelerinde sosyal haklarını giderek kaybetmiş, paralanmış, örgütsüzleştirilmiş, sosyal olarak dışlanmış, yarı zamanlı, esnek üretim ve istihdam biçimlerinde güvencesizleştirilmiş insanlar buna çaresizlik içinde boyun eğdi. Bu çaresizliğin nedenlerini de başka bir milliyetten, başka bir dinden olan veya başka bir mahallenin nüfusuna sahip, başkalaştırılmış kimlikler üzerinden değerlendirerek bunun siyasi mücadelesini veren, milliyetçi, örgütsüz, birbirine düşman insan kitleleri haline dönüştürüldü.
Yerelleştiren ve bölen küreselleşme
Bu çarpık küreselleşme dikkat ederseniz sürekli yerelleşmeyi ön plana çıkardı. İşte, küçük olsun, yerel olsun ve bütün bu yerellikler birbiriyle düşman ama öbür taraftan da küreselleşmeyle uyumlu birer açık pazar, ucuz iş gücü, ucuz ithalat pazarlarına dönüştürülsün. Türkiye’de de (korkarım büyük bir laf etmiyorum ama) bu etnik dağınıklık ve bölünmüşlük dünya kapitalizminin coğrafyamıza yansımasının doğrudan uzantısıdır.
Tabii, uluslararası anlamda bu süreç gelişirken teker teker yerel, ulusal özellikleri de göz ardı etmememiz gerekir. Nihayetinde kapitalizmin tek düze bir gelişme yasası yok, içinde farklı coğrafyaların ortaya çıkardığı çeşitlilik de var.
Generallerin demokrasiye müdahalesi, sermayenin işçi sınıfına müdahalesinin yansımasıydı
Sözü Türkiye’ye getirelim, şimdi Türkiye 1970’lerin sonunda son derece sert siyasi müdahale ve açık faşizmin adım adım yükseltildiği siyasi kargaşalık ve çalkantı dönemine sürüklendi. Kanlı 1 Mayıs, Maraş olayları gibi olaylarla Türkiye’nin adım adım açık faşizme götürüldüğü bir dönemdi. Şimdi, burada bir olgunun altını çizmek istiyorum. Giderek artık klişeleşmiş darbe söylemi var Türkiye’de: “12 Eylül askeri darbe işte generallerin demokrasiye müdahalesi.” Sanki o dönemki genelkurmay başkanının birkaç general ile kendi başlarına giriştikleri anti-demokratik bir macera olarak nitelendirildi. Darbe, kuşkusuz antidemokratiktir. Darbeyi yürütenler kuskusuz 12 Eylül’ün generalleridir. Fakat bu yürütme birisi adına yapılmıştır. 12 Eylül darbesi Türkiye’nin 1960’larda çizilmiş bu grevli, toplu sözleşmeli, göreceli olarak (burada altını çizmek istiyorum her şey göreceli olarak değerlendiriliyor) özgürlüğe, sosyal haklara ve çağdaş bir anayasaya kavuşmuş yapısı sermaye tarafından artık kabul edilebilir olmaktan çıktığı dönemin ürünüdür. Sermaye sınıfının o anayasal haklarla sermaye birikimini sürdürmesi, sermayenin uluslararasılaşması, küresel sermeye ile işbirliği içine girebilmesi mümkün değildi. O bakımdan işçi sınıfının kazanımlarının mutlaka aşındırılması, işçilerin, emekçilerin örgütlülüğünün mutlaka kırılması ve Türkiye’nin ucuz işçi cennetine dönüştürülmesi için anayasanın işçi haklarıyla ilgili hükümlerinin değiştirilmesi gerekiyordu.
Başta DİSK olmak üzere, sendikal örgütlerin ve işçi sınıfının siyasal örgütlerinin kırılması gerekiyordu. O yüzden 12 Eylül ve bunun öncüsü olan 24 Ocak kararları bir bütün olarak sermayenin bir karşı saldırısıdır. Sermayenin tahakkümünün perçinlenmesi ve 12 Eylül açık faşizminde Türkiye’nin neoliberal küreselleşme yolunda yeniden biçimlendirilmesidir. 12 Eylül’ün darbeci generallerine karşı çıkarken, 12 Eylül anayasasının aslında sermayenin anayasası olduğunun hiçbir zaman unutulmaması gerekmektedir.
Şimdi, bundan sonra Turgut Özal’lı yıllarla başlayan süreç Türkiye’nin adım adım uluslararası sermayenin önceliklerine ve gereklerine göre biçimlendirildiği, devletin rolünün aslında küçültülmediği devletin rolünün değiştirildiği bir on yıl oldu. Devlet yatırımlarının bir yandan azaltılması ve diğer taraftan devletin ihracatçılara olağanüstü verdiği teşviklerle, vergi indirimleriyle ve özellikle ANAP’a yakın sermayedarın, papatyaların ortaklıkları ile usulsüz ihaleler, olmayan kamu ihaleleri ve hayali ihracatlar ile bugün hortumlama olarak adlandırdığımız yolsuzluk mekanizmalarının temelleri atıldı.
Devlet yeniden biçimlendirildi. “Devletin rolünün küçültülmesi” politikası ile işçiler ve emekçiler açısından sosyal haklar küçültülürken sermaye açısından yeni bir ulusal sermaye türünün palazlanması ve finanse edilmesi anlamında devlet aslında büyüdü.
Bahar eylemleri
1980’lerin sonunda kamuoyunda sendikalara çok sempati ile bakılan bir ortam oluştu Türkiye’de. Gelişen, yeniden bir büyüme çizgisi yakalamış Türkiye’de ücretli emeğin, evine daha yüksek ücret değil daha fazla sömürü ve daha yüksek hayat pahalılığı olarak geldiği ve işçi ücretlerindeki erimenin artık dayanılmaz boyutlara ulaştığı bir dönemdi. 1988-89’da başlayan bahar eylemlerinde, toplu olarak viziteye çıkmalar, sakal bırakmalar, trafikte işe geç kalmalar gibi aslında toplu direnişin sınırlarını zorlayan eylemlerle işçi sınıfı sesini yükseltmeye başladı. Bütün kamuoyunda da çok yüksek bir desteğe sahipti. Bunların neticesinde 89-90-91 yıllarında Türkiye’de ücret artışları, kırsal kesimde de daha yüksek taban fiyatlar, deyim yerindeyse 1960’ların kazanımları yeniden gündeme geldi.
İki üç yıl içinde yeni siyasi rekabet altında “kurtar bizi baba” söyleminde simgeleşen yeni bir popülizm dalgasına kavuştu. Fakat bunun finansmanı artık uluslararası düzeyde gelen sıcak para ile sürdürülmekteydi.
Finansallaşmanın bedeli
1989 yılında 32 no’lu kararla finansal sistemin serbestleştirdiğinde Türkiye bu sıcak para akımlarını idare edecek düzenleyici, denetleyici mekanizmalardan yoksun, finansal sistemi son derece sığ ve çarpıktı. Bunun bedelini önce 1994 krizi, sonra çok yüksek enflasyon çok yüksek kamu açıklarıyla geçen kayıp 1990’lı yıllar ile, daha sonra da yüksek borçlanma ve makroekonomik istikrarsızlık altında 2001 yılında somutlanan iktisadi kriz ile geldi.
Şimdi, 2001 krizi Türkiye’de bir şeyi çok net kıldı. O da örgütlü emek ve sosyal hakların bu düzeyde düşük vergi düzeni altında sürdürülmesinin mümkün olmadığıydı. Bu yüzden devlet yapısı 2001 krizi sonrasında bir kere daha düzenlendi. Artık kamu hizmetlerinin tamamen ticarileştirildiği, “devlet bu işi verimsiz yapıyor, devlet israf ediyor” söylemi altında, eğitimin ve sağlık hizmetlerinin hatta güvenlik hizmetlerinin piyasanın mantığına tamamen terk edildiği bir durum açığa çıktı. O 2001 krizinin ateşinin, yangının tesiriyle insanlara şöyle bir duygu pompalandı: “Kamu hizmeti israftır, sosyal devlet israftır, sosyal refahçı devlet yolsuzluk ve rant mekanizması merkezidir. Onun yerine bir piyasa kutsaldır.” İnsanların artık vatandaş değil müşteri sayıldığı, ümmete bir yerde sosyal dayanışmaya dayalı sadaka sisteminin giderek yükseltildiği 2000’li yıllar geçti. Bu 2000’li yıllarda sağlık sistemi, eğitim sistemi ticarileştirildi, sosyal yardımın yerine dini motiflere dayalı sadaka ve benzeri yöntemler geliştirildi, cemaat kültürü geliştirildi.
Türkiye kapitalizmi giderek dini motifleri içine alsa da özünde uluslararası kapitalizm içinde belirlenen rol doğrultusunda, işte Avrupa’nın Çin’i, taşeronlaştırılmış sermayesi, sanayisi, ucuz iş gücü ve emek deposu olarak gelişen bir 21. yy Türkiye’si biçimlendirildi.
Bu makyajlanma içinde en önemli unsur Türkiye’nin AB’ye üyelik süreciydi. AB müktesebatı, AB çerçevesi, uluslararası sermayeye uyum, uluslararası tahkim ve Merkez Bankası’nın bağımsızlığı, bağımsız enflasyon hedeflemesi yapar hale gelmesi, bankacılık sisteminin denetleyici kuruluşlar ile uluslararası sermayenin denetimine açılması, kamu maliyesinin mali disiplin ve mali istikrar ile gene yerli ve uluslararası denetleyici şirketlerin denetimine terk edilip, maliye politikasının tamamen bir faiz ödeme bilançosuna dönüştürülmesi… Tüm bu şartlar altında sosyal adalet, sosyal devlet gibi aygıtların itibarsızlaştırıldığı, anlamsızlaştırıldığı ve fiili olarak da tırpanlandığı bir Türkiye yaratıldı.
Sendika.Org / Engin Duran
TÜSİAD'ın yeni anayasa önerisiyle "demokrasi bayrağı" çekmesinden hemen önce yaptığımız söyleşide Yeldan, 12 Eylül darbesinin ve anayasasının sermayenin istemleri doğrultusunda açığa çıktığının asla unutulmaması gerektiğini söylüyor.
Şimdi, her şeyden önce bir konuyu tekrar tekrar vurgulamamız gerekiyor. Türkiye’nin 1960’larda yaşadığı planlı kalkınma olarak adlandırılan veya ithal ikameci sanayileşme ve içe dönük büyüme olarak betimlenen kalkınma modeli Türkiye’ye özgü bir kalkınma modeli değildi.
1980 darbesi ve darbe sonrası yaşanan olaylar, sendikasızlaştırma, örgütlü işçi hareketinin dağıtılması, işçi ücretlerinin geriletilmesi ve haklarının elinden alınması ve giderek 1990’larda finansallaşmanın yükselmesi, Türkiye’nin bir finansal spekülasyon cazibe merkezi haline gelmesi, ucuz emek, ucuz ithalat cennetine dönüştürülmesi, eğitim, sağlık başta olmak üzere bütün kamu hizmetlerinin ticarileştirilmesi, vatandaşın müşteri haline dönüştürülmesi ve bugüne kadar gelinen tarihsel demet Türkiye’ye özgü birçok olgu içerse de aslında dünya kapitalizminin içinde bulunduğu devrevi dalgaların Türkiye’ye yansımalarının bir biçimiydi.
Bunların hiçbiri uluslararası kapitalizmin gelişme yasalarından bağımsız, onlardan kopuk Türkiye’nin kendi başına yaşadığı olgular değil. Şimdi bunu derken, “başımıza ne geldiyse ‘yabancılardan’ geldi, dolayısıyla bizim kurtuluşumuz dışarıya kapanmaktan geçer, tekrardan ithalat duvarlarını koruyalım” şeklinde bir çözüm reçetesi önerme durumunda da değiliz. Sınıfsal ve tarihsel olarak kapitalizmden bir kopuş yok, önce bunu vurgulamak istiyorum.
İşçi ücreti yalnızca maliyet unsuru değildi
Şimdi, Türkiye’nin 1960’larda çizdiği model aslında uluslararası ekonomide fordizm denilen çerçeveye dayanıyordu. Fordizm, iki unsura dayanır. Birinci olarak, birbirine çok benzeyen ürünlerin montaj hattında çok hızlı kitlesel üretimi, seri üretime dayalı... Burada markadan ziyade standart olmuş mal üretimi önemlidir. İşte bu dayanıklı tüketim mallarında buzdolabında, televizyonda, çamaşır makinesinde, radyoda ve otomotiv sektöründe standardize edilmiş parçaların birbirine monte edilmesi ve çok hızlı bir şekilde seri şekilde üretilmesi çok yüksek bir üretkenlik ve verimlilik artışı sağlamıştı.
Ancak bu birinci unsursa, ikinci unsuru da şu: bu kitlesel olarak üretilmiş malların kitlesel olarak tüketilmesi gerekiyor. Yani bir üretim fazlası ya da eksik talep yaşanmamalı. İşte, fordizm göreceli olarak işçi haklarına daha duyarlı, daha hazmedilebilir, toplu sözleşmeli, grevli, sendikal haklı ve bunun uzantısı olarak sosyal devleti ve kazanımlarını bir noktada tolere eden, hazmedilebilir kılan, işçilerin ücretlerini sadece maliyet unsuru olarak değil aynı zamanda talep unsuru olarak gören bir sistemin yaratılmasına dayandı.
Bu, kapitalizmin gelişmiş merkez ekonomilerinde çok daha yüksek sosyal haklar, çok daha fazla sendikal haklar ve daha yüksek ücretli bir orta sınıf yaratırken, Türkiye benzeri çevre ülkelere de, kendi tarihsel süreçlerinde bir yerde bir parça soluk alabilecekleri koşulları sundu. Türkiye’de uzun yıllar boyunca sendika hakkı olan fakat grev hakkı olmayan, bir nevi silahsız asker konumundaki işçi sınıfına, 1963 tarihli iş yasası ile birlikte grevli, toplu sözleşmeli sendika hakkı tanındı.
Ama örneğin gerçek anlamda bir komünist partisine hiçbir zaman müsaade edilmedi. Sendikalar ile siyasiler arasında organik bağ kurulmasına müsaade edilmeden Türkiye’ye özgü kısıtlamalarla, bu haklar göreceli olarak tanındı. Ulusal düzeyde bir kalkınma planı ve ulusal düzeyde sanayiyi ve yerli burjuvaziyi desteklemeye dayalı ithalat korumalı rejim ile Türkiye 1960’ları geçti.
Bu dönemde ithalatın korunmasından doğan rantlar ticaret burjuvazisinin palazlanmasına ve giderek sanayi burjuvazisi ile kaynaşmasına yol açtı. Her büyük komprador sanayi işletmesinin aynı zamanda kendi ticaret dağıtım örgütlerine ve bankalarına kavuşmasıyla bir bütün olarak sanayi, ticaret ve finans sermayesi tekeller, holdingler yarattı. Tekelci kimliğe bürünmüş sermaye, yüksek ücretleri, kırsal kesime verilen yüksek teşvikli yeniden dağıtım mekanizmalarını bir yere kadar hazmedebildi, hoşgörüyle karşıladı. Burada, DPT’nin rant dağıtma mekanizmaları ve bürokrasi kadroları ile iç içe geçmiş bir devlet kapitalizmi modeli sürdürüldü.
Sistem tıkanınca…
Fakat bu model 1970’lerde artık tıkanmaya girdi. Sadece Türkiye’de değil, bütün dünyada tıkanıyordu. Çünkü fordist seri üretim artık taklit edilmeye başlamıştı. Önce Japonya, sonra Kore, Asya’nın kaplanları, Çin’in dragonları, Vietnam’ın ejderhaları… Ucuz işgücüne dayalı avantajlar kullanılarak, kolaylıkla taklit edilebilir malların üretimi Kıta Avrupa’sından ve Amerika’sından ucuz emek olan bölgelere taşınabilir hale geldi. Yani, dünya çapında merkez ülkelerdeki sermaye dünya çapındaki ucuz emek cenneti ülkelerle rekabet etme durumda kaldı. Burada, ulus ötesi tekeller artık merkez ekonomilerindeki idari binalarını uluslararasılaştırdılar ve sermaye de uluslararasılaşmak zorunda kaldı.
Ama sermayenin uluslararasılaşması ulus devletler içindeki regülâsyonların, kuralların yıkılmasını gerektiriyordu. Dolayısıyla, yeni bir dalga, küreselleşme dalgası böylelikle kendiliğinden bir ivmelenme kazandı bir nevi tsunami gibi sermayenin akışkanlığının hızlanması güvence altına alındı. İşte 1970’lerin ikinci yarısından başlayan ve 1990’lara kadar süren, bütün ulus devletlerin peş peşe özelleştirme, devletin ekonomide rolünün küçülmesi, serbestleştirme süreçleri aslında sermayenin ulusal sınırın dışına taşma ihtiyacının bir yansımasıydı.
Sermaye küreselleşirken emek ulusal sınırlara hapsedildi ve parçalandı
Günümüz küreselleşmesinin çarpık bir küreselleşme olduğu aslında buradan belli. Sermaye küreselleşirken emeğin ulusal sınırlara hapsolması sağlandı. Dolayısıyla sermayenin, uluslararası tekellerin ve finans sermayesinin küreselleştiği aynı süreçte üretici olan veya kırsal olan emeğin yerelleştirildiği, hatta yerelleşmekten de öte parçalandığı, dışlandığı enformalize edilip etnik, cinsiyete dayalı, dini birtakım dikey temeller doğrultusunda parçalandığı ve siyasi olarak da güçsüzleştirildiği bir noktaya geldik.
O yüzden 1980 sonrası gerek Türkiye’de gerekse tüm dünyada sosyal demokrasi, sosyalizm alternatif olarak dışlandı. Emek sermaye çelişkisini göz ardı edecek bu etnik, dini ve cinsiyet temelli ayrışma bir yerde bilinçli olarak pompalandı. Sermaye uluslararasılaşıp bir bütün olurken emeğin yerel sınırlar içinde deyim yerindeyse nasyonalize edilmesi ve bir dizi sağ akımın milliyetçi söylemler içinde yoğunlaşması, önce Yugoslavya’nın parçalanıp Balkanlaştırılmasına yol açtı daha sonra da turuncu devrimlerle eski SSCB’nin içindeki çeşitli milliyetlerin teker teker küçük devletlere dönüşme taleplerini yükseltti.
Tabii, bu bulanıklık içinde artık emek kendi silahlarını devreden çıkarıp milliyetçilik silahına, nasyonalizme veya yerelleşmeye mahkûm edildi. Bunun karşısında sermaye uluslararasılaştı, küreselleşti. Bu çarpık gelişme “bu sürecin önüne durmanın imkânsız”, “küreselleşmeye karşı olmak çağdaşlaşmaya karşı olmaktır”, “bu bir demokrasi ve hürriyet projesidir”, “bir teknolojik çağdaşlık öyküsüdür” denilerek kitlelere empoze edildi.
Borç mekanizması yoksullaşan emekçiyi finansallaşma ile uyumlulaştırdı
Bunları olurken bir yandan da dünya çapında emeğin ulusal gelirlerden aldığı pay, ücretler geriletiliyordu. Bu Türkiye için de geçerliydi, diğer ülkeler için de. Fakat bu olurken finansallaşma öyküsü emekçi sınıflara, orta sınıflara, geliri yetmeyen kesimlere kredi kartları ile tüketim olanağı döktü. Tüketici kredileri, konut kredileri, “riski sosyalleştiriyoruz” diye sunulan yepyeni finansal enstrümanlar ve finansal borçlanma olanaklarıyla bu kitlelerin üzerine başlarından aşağı dökülen bir su kovası gibi bırakılan kredilerle, Ergin Yıldızoğlu’nun deyimiyle bir “tüketim humması”yla bir yerde sistemle uyumlulaştırıldılar.
Renkli televizyonlar, arabalar, dayanıklı tüketim malları (ki bunlar standardize oluş, çok ucuza mal edilmiş mamul mallar) dünyanın atölyelerinde üretilip kıta Avrupa’sına ve Amerika’ya ucuza satılıyor. Burada mülksüzleşen, ücretleri düşen emekçiler için sınıf bilincini dışa vurmak ya da sınıf bilincine ulaşmak borçlanma olanağıyla deyim yerindeyse ertelenmiş oluyordu.
Bu bir sis perdesi altında sıkı tüketen, sürekli borçlanan ve borçlarını ödemek için daha da fazla çalışan ve enformelleşen, sosyal kazanımlarındaki kayıplara ses çıkarmayan, örgütsüzleştirilmiş deyim yerindeyse tam anlamıyla Marx’ın birinci ciltte özetlediği proleterleşmeyi uluslararası anlamda yaşayan, hem üretici atölyelerde, Çin’de, Hindistan’da direk işçi, üretici olarak veya kapitalizmin merkez ülkelerinde sosyal haklarını giderek kaybetmiş, paralanmış, örgütsüzleştirilmiş, sosyal olarak dışlanmış, yarı zamanlı, esnek üretim ve istihdam biçimlerinde güvencesizleştirilmiş insanlar buna çaresizlik içinde boyun eğdi. Bu çaresizliğin nedenlerini de başka bir milliyetten, başka bir dinden olan veya başka bir mahallenin nüfusuna sahip, başkalaştırılmış kimlikler üzerinden değerlendirerek bunun siyasi mücadelesini veren, milliyetçi, örgütsüz, birbirine düşman insan kitleleri haline dönüştürüldü.
Yerelleştiren ve bölen küreselleşme
Bu çarpık küreselleşme dikkat ederseniz sürekli yerelleşmeyi ön plana çıkardı. İşte, küçük olsun, yerel olsun ve bütün bu yerellikler birbiriyle düşman ama öbür taraftan da küreselleşmeyle uyumlu birer açık pazar, ucuz iş gücü, ucuz ithalat pazarlarına dönüştürülsün. Türkiye’de de (korkarım büyük bir laf etmiyorum ama) bu etnik dağınıklık ve bölünmüşlük dünya kapitalizminin coğrafyamıza yansımasının doğrudan uzantısıdır.
Tabii, uluslararası anlamda bu süreç gelişirken teker teker yerel, ulusal özellikleri de göz ardı etmememiz gerekir. Nihayetinde kapitalizmin tek düze bir gelişme yasası yok, içinde farklı coğrafyaların ortaya çıkardığı çeşitlilik de var.
Generallerin demokrasiye müdahalesi, sermayenin işçi sınıfına müdahalesinin yansımasıydı
Sözü Türkiye’ye getirelim, şimdi Türkiye 1970’lerin sonunda son derece sert siyasi müdahale ve açık faşizmin adım adım yükseltildiği siyasi kargaşalık ve çalkantı dönemine sürüklendi. Kanlı 1 Mayıs, Maraş olayları gibi olaylarla Türkiye’nin adım adım açık faşizme götürüldüğü bir dönemdi. Şimdi, burada bir olgunun altını çizmek istiyorum. Giderek artık klişeleşmiş darbe söylemi var Türkiye’de: “12 Eylül askeri darbe işte generallerin demokrasiye müdahalesi.” Sanki o dönemki genelkurmay başkanının birkaç general ile kendi başlarına giriştikleri anti-demokratik bir macera olarak nitelendirildi. Darbe, kuşkusuz antidemokratiktir. Darbeyi yürütenler kuskusuz 12 Eylül’ün generalleridir. Fakat bu yürütme birisi adına yapılmıştır. 12 Eylül darbesi Türkiye’nin 1960’larda çizilmiş bu grevli, toplu sözleşmeli, göreceli olarak (burada altını çizmek istiyorum her şey göreceli olarak değerlendiriliyor) özgürlüğe, sosyal haklara ve çağdaş bir anayasaya kavuşmuş yapısı sermaye tarafından artık kabul edilebilir olmaktan çıktığı dönemin ürünüdür. Sermaye sınıfının o anayasal haklarla sermaye birikimini sürdürmesi, sermayenin uluslararasılaşması, küresel sermeye ile işbirliği içine girebilmesi mümkün değildi. O bakımdan işçi sınıfının kazanımlarının mutlaka aşındırılması, işçilerin, emekçilerin örgütlülüğünün mutlaka kırılması ve Türkiye’nin ucuz işçi cennetine dönüştürülmesi için anayasanın işçi haklarıyla ilgili hükümlerinin değiştirilmesi gerekiyordu.
Başta DİSK olmak üzere, sendikal örgütlerin ve işçi sınıfının siyasal örgütlerinin kırılması gerekiyordu. O yüzden 12 Eylül ve bunun öncüsü olan 24 Ocak kararları bir bütün olarak sermayenin bir karşı saldırısıdır. Sermayenin tahakkümünün perçinlenmesi ve 12 Eylül açık faşizminde Türkiye’nin neoliberal küreselleşme yolunda yeniden biçimlendirilmesidir. 12 Eylül’ün darbeci generallerine karşı çıkarken, 12 Eylül anayasasının aslında sermayenin anayasası olduğunun hiçbir zaman unutulmaması gerekmektedir.
Şimdi, bundan sonra Turgut Özal’lı yıllarla başlayan süreç Türkiye’nin adım adım uluslararası sermayenin önceliklerine ve gereklerine göre biçimlendirildiği, devletin rolünün aslında küçültülmediği devletin rolünün değiştirildiği bir on yıl oldu. Devlet yatırımlarının bir yandan azaltılması ve diğer taraftan devletin ihracatçılara olağanüstü verdiği teşviklerle, vergi indirimleriyle ve özellikle ANAP’a yakın sermayedarın, papatyaların ortaklıkları ile usulsüz ihaleler, olmayan kamu ihaleleri ve hayali ihracatlar ile bugün hortumlama olarak adlandırdığımız yolsuzluk mekanizmalarının temelleri atıldı.
Devlet yeniden biçimlendirildi. “Devletin rolünün küçültülmesi” politikası ile işçiler ve emekçiler açısından sosyal haklar küçültülürken sermaye açısından yeni bir ulusal sermaye türünün palazlanması ve finanse edilmesi anlamında devlet aslında büyüdü.
Bahar eylemleri
1980’lerin sonunda kamuoyunda sendikalara çok sempati ile bakılan bir ortam oluştu Türkiye’de. Gelişen, yeniden bir büyüme çizgisi yakalamış Türkiye’de ücretli emeğin, evine daha yüksek ücret değil daha fazla sömürü ve daha yüksek hayat pahalılığı olarak geldiği ve işçi ücretlerindeki erimenin artık dayanılmaz boyutlara ulaştığı bir dönemdi. 1988-89’da başlayan bahar eylemlerinde, toplu olarak viziteye çıkmalar, sakal bırakmalar, trafikte işe geç kalmalar gibi aslında toplu direnişin sınırlarını zorlayan eylemlerle işçi sınıfı sesini yükseltmeye başladı. Bütün kamuoyunda da çok yüksek bir desteğe sahipti. Bunların neticesinde 89-90-91 yıllarında Türkiye’de ücret artışları, kırsal kesimde de daha yüksek taban fiyatlar, deyim yerindeyse 1960’ların kazanımları yeniden gündeme geldi.
İki üç yıl içinde yeni siyasi rekabet altında “kurtar bizi baba” söyleminde simgeleşen yeni bir popülizm dalgasına kavuştu. Fakat bunun finansmanı artık uluslararası düzeyde gelen sıcak para ile sürdürülmekteydi.
Finansallaşmanın bedeli
1989 yılında 32 no’lu kararla finansal sistemin serbestleştirdiğinde Türkiye bu sıcak para akımlarını idare edecek düzenleyici, denetleyici mekanizmalardan yoksun, finansal sistemi son derece sığ ve çarpıktı. Bunun bedelini önce 1994 krizi, sonra çok yüksek enflasyon çok yüksek kamu açıklarıyla geçen kayıp 1990’lı yıllar ile, daha sonra da yüksek borçlanma ve makroekonomik istikrarsızlık altında 2001 yılında somutlanan iktisadi kriz ile geldi.
Şimdi, 2001 krizi Türkiye’de bir şeyi çok net kıldı. O da örgütlü emek ve sosyal hakların bu düzeyde düşük vergi düzeni altında sürdürülmesinin mümkün olmadığıydı. Bu yüzden devlet yapısı 2001 krizi sonrasında bir kere daha düzenlendi. Artık kamu hizmetlerinin tamamen ticarileştirildiği, “devlet bu işi verimsiz yapıyor, devlet israf ediyor” söylemi altında, eğitimin ve sağlık hizmetlerinin hatta güvenlik hizmetlerinin piyasanın mantığına tamamen terk edildiği bir durum açığa çıktı. O 2001 krizinin ateşinin, yangının tesiriyle insanlara şöyle bir duygu pompalandı: “Kamu hizmeti israftır, sosyal devlet israftır, sosyal refahçı devlet yolsuzluk ve rant mekanizması merkezidir. Onun yerine bir piyasa kutsaldır.” İnsanların artık vatandaş değil müşteri sayıldığı, ümmete bir yerde sosyal dayanışmaya dayalı sadaka sisteminin giderek yükseltildiği 2000’li yıllar geçti. Bu 2000’li yıllarda sağlık sistemi, eğitim sistemi ticarileştirildi, sosyal yardımın yerine dini motiflere dayalı sadaka ve benzeri yöntemler geliştirildi, cemaat kültürü geliştirildi.
Türkiye kapitalizmi giderek dini motifleri içine alsa da özünde uluslararası kapitalizm içinde belirlenen rol doğrultusunda, işte Avrupa’nın Çin’i, taşeronlaştırılmış sermayesi, sanayisi, ucuz iş gücü ve emek deposu olarak gelişen bir 21. yy Türkiye’si biçimlendirildi.
Bu makyajlanma içinde en önemli unsur Türkiye’nin AB’ye üyelik süreciydi. AB müktesebatı, AB çerçevesi, uluslararası sermayeye uyum, uluslararası tahkim ve Merkez Bankası’nın bağımsızlığı, bağımsız enflasyon hedeflemesi yapar hale gelmesi, bankacılık sisteminin denetleyici kuruluşlar ile uluslararası sermayenin denetimine açılması, kamu maliyesinin mali disiplin ve mali istikrar ile gene yerli ve uluslararası denetleyici şirketlerin denetimine terk edilip, maliye politikasının tamamen bir faiz ödeme bilançosuna dönüştürülmesi… Tüm bu şartlar altında sosyal adalet, sosyal devlet gibi aygıtların itibarsızlaştırıldığı, anlamsızlaştırıldığı ve fiili olarak da tırpanlandığı bir Türkiye yaratıldı.
Sendika.Org / Engin Duran
Son düzenleme: