komünal toplum ve mülkiyetçi toplum üzerine yaptığım bir çalışmadan bölümler aktaracağım..
ilk olarak giriş sayılacak bir bölüm ile başlıyorum..
bu bölümde doğada canlıların doğal yaşam faliyetlerinin temel özellikleri ve sürü yaşamı ve komünal yaşama geçiş ile ilgili bazı analiz-tespitler sunacağım..
...................
Doğada canlıların iki temel davranışı vardır. Birincisi üreme (çoğalma), ikincisi ise, yaşamı idame etme(beslenme)dir. Her ikisinin ortak adına üretim diyebiliriz. Üretimleri, doğanın yasaları temelinde sürer, doğanın evrimsel gelişimin dışına çıkamazlar, doğanın dışında irade koyamazlar. Bu anlamda bu üretim kavramını şimdiki üretim kavramından ayrı tutmak gerekir. Canlılar; yaşamlarını sürdürürlerken, var olanı değerlendirme eylemlerini (üretim) tek veya sürü halinde ortaya koyarlardı. Canlıların bu edimlerine üretim diyebilsek de, üretim kavramı asıl olarak insanlaşma (mülkiyet örgütlenmesi) aşamasından itibaren “iradi” bir tanım halini almıştır. İradi üretim ile doğal üretim arasındaki farklılaşma insanlaşmayı açımlar.
En küçük canlı organizma bile, beslenip, ürüyerek varlığını devam ettirir, koşullara göre biçim ve tarz değiştirir, ama doğanın evrimsel gelişiminden bağımsızlaşamaz. Son sözü doğanın evrimsel işleyiş yasaları söyler. Bir canlı türü, bu ilkeyi kökten olmasada, değiştirmiş, büyük oranda bağımsız, özgün bir evrim süreci yaratmıştır. Bu süreci, insanlaşma-toplumsallaşma diye adlandırabiliriz. Doğanın evrimsel sürecinden giderek bağımsızlaşan ve kendi evrimsel ama özünde iradi olan sürecini yaratan bu Toplumsal-yapılaşma ; nasıl oluştu ve kendi yasalarını neden ve nasıl yarattı, gelişim evreleri, çatışmaları, dinamikleri nelerdir, tüm bu soruların yanıtları insanlaşmayı bize açımlar.
Canlı tek başına hiç bir şeydir, ancak etrafındaki her türlü canlı, cansız tüm varlıklarla kendini tanımlıyabilir. Yaşamsal tüm edimleri, belirli bir çevrede, doğanın evrimsel işleyişine göre şekillenir, gelişir, değişir. Canlı, yaşamsal sürecinin sürekliliği için çeşitli değişimler geçirir, bu onun özgün evrim sürecidir. Yinede bu sürecinde doğanın evrimsel işleyişinin dışına çıkamaz, doğanın genel evrimsel iradesine bağımlıdır. Yaşamsal sürekliliği için yarattığı değişimler iradi gibi görünse de genel işleyişin dışına çıkamadığı için, bu “irade” aslında içgüdüsel davranıştan (refleks) başka bir şey değildir. İçgüdüler, canlının zaman içersinde kazandığı reflekslerdir. Yaşam süreci içersinde, yorumlama ve etkileme, değiştirme tarzında gelişmeyen bu edimler, giderek kalıcılaşır. Bu kalıcılaşma, doğanın evrimsel işleyiş yasalarına bağımlı oluşur, yasaları aşamaz, değişemez. İrade ise; bu yaşamsal edimlerin, canlının kendi evrimsel sürecine bağlı olarak uygulanması, değişmesi, doğa yasalarına uyumlu olmasa da, çatışarak, var olup, kendi sürecini geliştirmesi tarzında oluşur.
Gelişmiş canlılar; çevresinde ve doğada olanı yorumlayıp, kendi yaşam süreçlerini geliştirecek biçimlerde bir takım uygulamalara başladılar. Doğasal (doğanın evrimi) işleyişin dışında olan bu uygulamalar, artık canlının kendi iradesinin temelinde oluşuyordu.
Bazı canlılar, başlangıçta, yaşama-üreme temelinde olsada doğanın belirleyiciliğinin dışına çıkmaya başlamışlardı. Kendi biyolojik yapı ve uzuvlarını değişime uğratmak yerine, uzuvlarına ek olarak, alet kullanmak, ısınmak için biyolojik değişime zorlanmak yerine, örtünmek ve biyolojik değişimlerle ek organlar, yada iş bölümü yaratmak yerine, topluluk oluşturmak gibi.
Elbette başlangıçta bu uygulamalar yine de doğanın evrimsel işleyişini çok aşamıyor, doğaya karşı fazla üstünlük sağlamıyordu, ama bazı canlı türleri doğanın evrimsel işleyişinin dışına çıkmaya başlamıştı diyebilirim. Yine de bu gelişme ile birlikte doğanın evrimsel gelişimi de bu canlılarda değişim yaratıyordu ama artık evrimleşme köklü değişimler halinde değil daha yüzeysel biçimde oluyordu, tüy azalması, uzuvlarda biçimsel ufak değişimler, renk vs. gibi.
Canlı türlerinin bir kısmı, oluşturdukları biyolojik birliklerin dışında farklı birlikler oluşturmaya başladılar. Bu birlikler; her bir aynı tür canlının birey özellikleri ve güçlerini ortaklaştırma girişimleridir. Karıncaların mükemmel organizasyonu ile bu gelişmeyi karıştırmamak gerekir. Genelde böylesi bir yanılgı yaygındır. Karıncaların oluşturdukları organizasyon, biyolojik yapı niteliği temelindedir. Üreme bir kesiminde, avlanma diğer bir kesiminde, biriktirme, koruma başka kesimlerindedir ve her kesim işlevine göre biyolojik farklılık gösterir, evrimsel gelişimi “topluluk”taki işlevine bağlı sürer. Bizim ele aldığımız topluluk oluşturmada; aynı tür ve aynı niteliğe sahip canlılar, üretim (yaşamı sürdürme) anlamında biraraya gelirler. Oluşan topluluklar esnek ve değişkendir. Üreme anlamında bile dişiler ayrı, erkekler ayrı grup oluşturabilirler. Bu topluluklarda belirli bir düzen var gibi görünse de, tarihsel başlangıcında birliği sağlayan ve düzeni belirleyen, net, iradi, belirli kurallarla oluşmuş yasalar işleyişi görülmez ve biyolojik temellere göre işlev ayrımı yoktur, her bir aynı tür canlı benzer biyolojik yapıdadır ve ve yine doğanın evrimsel işleyişinde her biri aynı derecede etkilenir, ama sonuçlar farklı olabilir (birinin daha iri veya küçük olması gibi).
Kısaca; doğanın kendi evrimi sonucu oluşan biyolojik birliklerle, canlıların, ilkel de olsa iradi olarak oluşturdukları sürü yaşamı çok farklıdır.
Tekil yaşam ve sürü yaşamı doğal olarak varmıydı? Tekil yaşamdan sürü yaşamına nasıl geçilmiş? İlkel yaşamda; her canlı yada canlılar topluluğu var olduğu nesnel koşullarda yaşamlarını idame ederken (üretimde bulunurken) biyolojik yapılaşmanın dışında, iradi bir örgütlenme biçimine doğru evrilmekteydi.
Sürü yaşamı bu evrimin bir adımı olsa gerek. İnsanların ataları olan canlılar, sürü aşamasına kadar hangi evrelerden geçti veya fizyolojik yapıları, yaşadıkları nesnel koşullar, sürü yaşamı ile doğada yerlerini almalarını mı sağladı? Bilim bu soruların yanıtlarını tam olarak verebilmiş değildir, ama günümüzden geriye baktığımızda insansı canlılar için yaşamda ilk toplumsal örgütlenmenin sürü ile başladığını söyleyebiliriz.
Üretim biçimi olarak ilkel insansı canlıların hangi koşullarda olduğu hakkında var olan bilgiler yeni araştırmalarla daha da genişlemektedir.
Topluluk oluşturma aşamasına kadar ağırlıkta doğanın sundukları ile yetinme becerisinden öte bir gelişme içersinde olmadıkları bilinen bu canlılar, ilk olarak sürü aşamasında bir (iradi-toplumsal) üretim içersine girebildiler.
Bazı canlıların oluşturdukları bu topluluklara “sürü yaşamı” deniliyor. Sürü yaşamına başlandığında, bireysel varlıklarının ortaklaşması, daha çok doğanın zorlukları ve güçlü canlılar karşısında korunma içgüdüsü ile ilgili davranışlarla sınırlıdır. Karıncalar örneğinde olduğu gibi, biyolojik ve sistemli bir iş bölümü olmadığı gibi, sürekli değişen ve denenen bir ortaklaşma yaşanıyordu. Bu durumun sürü-yaşamı içersinde ne kadar sürdüğü, hangi biçimlerin yaşandığı bilimsel olarak hala tartışılmaktadır. Bir takım iradi tavırlar sürü-yaşamının ilerki aşamalarında ortaya çıkmaya başlamıştır. Üretim yine doğanın sundukları ile sınırlı idi. Sürü halinde oluşan üretim; avlanma sırasında ortak davranışlar içersede de, paylaşımda tam bir savaş biçimini alıyordu. İlkel bireysel (özel) mülkiyetin varlığından söz edebiliriz ama sürece egemen olmasını sağlıyacak iradi üretim (toplumsal emek) olmadığından günümüz tanımları dışındadır.
Sonuç olarak; sürü-yaşamını, her iki mülkiyetin nüvelerini içinde taşıyan ilkel bir geçiş süreci, tarihsel sıçramanın basamağı olarak adlandırmak gerekir. Bu gelişmenin sürü yaşamındaki diğer canlıların tümünde var olmasından dolayı, insansı canlılar onlardan tam olarak ayrılmamaktadır. Ayrım noktaları, aynı zamanda bugüne varan gelişmelerinin de temeli olmuştur. İnsansı canlılar, sürü yaşamı ve üretim (üreme, beslenme) alanlarında bir devrim yaratarak kendilerini diğer canlılardan ayrı bir gelişim sürecine sokmuşlardır. Birbirlerini öldüren, yenebilir canlı olarak gören bu ilkel varlıkları bir arada, dayanışma içinde tutabilecek bir örgütlenme hangi koşullarda, nasıl ve "kimler" tarafından başarıldı? Sürü-yaşamı insanlaşmayı tam olarak ifade etmediğine göre bu yapının neye evrildiğini bulduğumuzda insanlaşmanın başlangıcına bir adım daha yaklaşacağız.
Yazıya devam etmeden önce toplum bilimindeki yanılsamaların temeli olan bir konuya açıklık getirmeliyiz. İlkel dönemlerde canlıların davranış biçimlerini günümüz kavramları ile açıklayamayız. Aile , ana - baba , akrabalık , cinsel ilişki , örgütlenme , üretim, vs. tüm günümüz kavramları ortaya çıktığı koşullar ve sonrası ile ilişkindir. Öncesi ise kendi koşullarında ve kendi kavramları ile değerlendirilmelidir. Her süreç kendi kavramını yaratırken, bir önceki sürecin kavramlarınıda devam ettirebilir veya kendine uygun dönüştürür. Bu dönüşümlerin nitelik değişikliğine uğradığını söylersek yeni bir tanım zorunludur, nitelik değişikliği henüz oluşmamışsa geçiş süreci özelliği taşır ve bu konumu ile ele alınmalıdır. Yazıda bu ilkelere uygun bir biçimde devam etmeye çabalayacağız. Bu anlamda yeni kavramlar eleştiriye açıktır.
Hayvanlarda olduğu gibi insan "ata"larında da (insansı canlı-primat) yaşama içgüdüsü ve onun zorunlu koşulu olan bireysellik ve şiddet bilinçte ilk sıradaydı. Yaşamını sürdürebilmek için her canlıyı yiyebilir -buna kendi cinsi olan yavru da dahildi-, bunun içinde öldürebilirdi. Bu eylemi geçici olsada bir süre yapamayan tek canlı cinsi, dişidir. Yabanıl insanda (hayvanlarda hala öyledir) üreme ilişkiside bir nevi savaş biçiminde gelişirdi. Yani üreme ilişkisi bittiğinde birinin diğerini yemeyeceği, öldürmeyeceği garantisi yoktu. Bir tek dişi cinsi ve yavrusu arasında geçici sürede de olsa öldürmeme ve yememe garantisi vardır.
Kısaca insansı canlıları birarada tutan ve bir anlamda insanlaşmanında başlangıcı olan yeni ilişkileri ; ilkel yaşama içgüdüsünün dışında ve onuda aşan bir kurallar dizisi ile açıklayabiliriz. Sürü yaşamı kendi içinde kurallar içersede bu kuralların iradi olduğunu söyleyemeyiz. Dünya üzerinde ayrı yerlerde ve ayrı koşullarda ama temelde (zorunlu) ortak özellikler taşıyan bir süreç içersinde insan ataları bir devrim yaptılar.
Bu devrim; bir takım sıkı kurallarla oluşmuş ortaklaşmacı bir topluluk yaratarak sürü niteliğinden kopmak olarak tanımlanabilir. Ortak avlanma bireysel egemenlik ile paylaşıma olumsuz yansırken, bir mülkiyet temelinde örgütlenme ile gerçek ortaklaşma, emeğin ortaklığı oluşmaktadır. Emeğin ortaklaşması, bilgi ve becerilerin kuşaklara aktarımını, temel üretim yavrunun bir kuşak öncesinin bilgileriyle ve güvenle yetişmesini, yani kalıcılığı ve gelişmeyi sağlamıştır.
İnsanlığın başlancı olan bu birlik aynı zaman da ilk toplumsal örgütlenmedir. Tarihte ilk oluşan bu topluluklar; günün aile yapısı ve bilgi seviyesi göz önüne alınarak irdelenmiş, tanımlanmıştır. Oysaki yakın tarihe kadar ne insan ilişkileri nede insan biyolojik yapısı hakkında yeterli bilgi vardı ve yakın tarihteki toplumsal yapılar (aile-aşiret-devlet-vs.), insan ilişkileri (üretim-paylaşım-vs.), değerler (dil-kültür-vs.) herbiri uzun yıllar ve çatışmalar içersinde gelişmiş ve nihayette sermaye sistemine göre şekillenmiş ve netleşmiştir. Sermaye sisteminindeki olguların yarattığı kavramlar ile bambaşka bir sistemin ilkel de olsa var olan (yada nüvesel diyelim) olguları, değerleri açımlanamaz. Doğru yanıtları verebilmek için; insansı canlıları yepyeni bir anlayışla ortaklaştıran koşulları ve örgütlenmeyi kendi özgünlüğünde, bağımsız bir mantıkla açımlamak gerekir.
Bu noktada en doğru çabayı Marksist toplum bilimcilerde görebiliyoruz. Marksizm; doğa ve toplum yasalarını formüle ederek bilime büyük katkılarda bulunmuşsa da, süreç içersinde bulunduğu noktadan çok daha ilerilere gidememiş ve yukarıda açıkladığımız mantıktan farklı bir noktada durmayı becerememiştir. Emek-sermaye çelişkisini yakalamak ve temel olduğunu söylemek tek başına yetmemektedir. Bu çelişkinin tüm tarih boyunca varlığı aynı zamanda tüm tarih boyunca yaratılanlardaki çelişkilerin (emek-sermaye) varlığı anlamına geleceği ve yaratılanlar içersinde her iki ucun kendi karakterinin ayrı ayrı olacağı gerçeği bir bütünlükte anlam taşır.
Ortaklaşmacı yaşam var olduğu andan itibaren karşıtıda aynı dönemde, aynı yapıda vardı, ama egemen olan ortaklaşmacı yaşamın ilkeleri idi. Ortak mülkiyetin egemen olduğu bir toplulukta egemen karakterde ortaklaşmacı bir özellik taşır.
Ortaklaşmacı-mülkiyet dönemine ilişkin verilerin büyük bir kısmı günümüz egemen, özel-mülkiyetci karakterin etki alanı altında gelişen bilim tarafından derlenmiştir. Marksistler bu etkinin dışına çıkabilmişler ve temel yasaları ortaya koyabilmişlerse de egemen bilimin verileri ve kavramları altında ortaya konan açımlamaları kaçınılmaz olarak yanılgılar taşımıştır. Toplumsal mülkiyeti egemen kılma mücadelesi içersinde sürekli yenilenen açımlamalarla bilim ilerler. Doğal Yaşamın temeli emek’tir. Yaşam biçimini belirleyende emeğin kullanım (üretim) biçimi ve daha önemli olarak da emeğin sahipleniş (mülkiyet), diğer bir değişle emeğin ve ürettiklerinin değerlendirme biçimidir. Kısaca toplumsal yaşamın karakterini ve içinde yer alan insanların karakterini belirleyen, mülkiyet’tir.
ilk olarak giriş sayılacak bir bölüm ile başlıyorum..
bu bölümde doğada canlıların doğal yaşam faliyetlerinin temel özellikleri ve sürü yaşamı ve komünal yaşama geçiş ile ilgili bazı analiz-tespitler sunacağım..
...................
Doğada canlıların iki temel davranışı vardır. Birincisi üreme (çoğalma), ikincisi ise, yaşamı idame etme(beslenme)dir. Her ikisinin ortak adına üretim diyebiliriz. Üretimleri, doğanın yasaları temelinde sürer, doğanın evrimsel gelişimin dışına çıkamazlar, doğanın dışında irade koyamazlar. Bu anlamda bu üretim kavramını şimdiki üretim kavramından ayrı tutmak gerekir. Canlılar; yaşamlarını sürdürürlerken, var olanı değerlendirme eylemlerini (üretim) tek veya sürü halinde ortaya koyarlardı. Canlıların bu edimlerine üretim diyebilsek de, üretim kavramı asıl olarak insanlaşma (mülkiyet örgütlenmesi) aşamasından itibaren “iradi” bir tanım halini almıştır. İradi üretim ile doğal üretim arasındaki farklılaşma insanlaşmayı açımlar.
En küçük canlı organizma bile, beslenip, ürüyerek varlığını devam ettirir, koşullara göre biçim ve tarz değiştirir, ama doğanın evrimsel gelişiminden bağımsızlaşamaz. Son sözü doğanın evrimsel işleyiş yasaları söyler. Bir canlı türü, bu ilkeyi kökten olmasada, değiştirmiş, büyük oranda bağımsız, özgün bir evrim süreci yaratmıştır. Bu süreci, insanlaşma-toplumsallaşma diye adlandırabiliriz. Doğanın evrimsel sürecinden giderek bağımsızlaşan ve kendi evrimsel ama özünde iradi olan sürecini yaratan bu Toplumsal-yapılaşma ; nasıl oluştu ve kendi yasalarını neden ve nasıl yarattı, gelişim evreleri, çatışmaları, dinamikleri nelerdir, tüm bu soruların yanıtları insanlaşmayı bize açımlar.
Canlı tek başına hiç bir şeydir, ancak etrafındaki her türlü canlı, cansız tüm varlıklarla kendini tanımlıyabilir. Yaşamsal tüm edimleri, belirli bir çevrede, doğanın evrimsel işleyişine göre şekillenir, gelişir, değişir. Canlı, yaşamsal sürecinin sürekliliği için çeşitli değişimler geçirir, bu onun özgün evrim sürecidir. Yinede bu sürecinde doğanın evrimsel işleyişinin dışına çıkamaz, doğanın genel evrimsel iradesine bağımlıdır. Yaşamsal sürekliliği için yarattığı değişimler iradi gibi görünse de genel işleyişin dışına çıkamadığı için, bu “irade” aslında içgüdüsel davranıştan (refleks) başka bir şey değildir. İçgüdüler, canlının zaman içersinde kazandığı reflekslerdir. Yaşam süreci içersinde, yorumlama ve etkileme, değiştirme tarzında gelişmeyen bu edimler, giderek kalıcılaşır. Bu kalıcılaşma, doğanın evrimsel işleyiş yasalarına bağımlı oluşur, yasaları aşamaz, değişemez. İrade ise; bu yaşamsal edimlerin, canlının kendi evrimsel sürecine bağlı olarak uygulanması, değişmesi, doğa yasalarına uyumlu olmasa da, çatışarak, var olup, kendi sürecini geliştirmesi tarzında oluşur.
Gelişmiş canlılar; çevresinde ve doğada olanı yorumlayıp, kendi yaşam süreçlerini geliştirecek biçimlerde bir takım uygulamalara başladılar. Doğasal (doğanın evrimi) işleyişin dışında olan bu uygulamalar, artık canlının kendi iradesinin temelinde oluşuyordu.
Bazı canlılar, başlangıçta, yaşama-üreme temelinde olsada doğanın belirleyiciliğinin dışına çıkmaya başlamışlardı. Kendi biyolojik yapı ve uzuvlarını değişime uğratmak yerine, uzuvlarına ek olarak, alet kullanmak, ısınmak için biyolojik değişime zorlanmak yerine, örtünmek ve biyolojik değişimlerle ek organlar, yada iş bölümü yaratmak yerine, topluluk oluşturmak gibi.
Elbette başlangıçta bu uygulamalar yine de doğanın evrimsel işleyişini çok aşamıyor, doğaya karşı fazla üstünlük sağlamıyordu, ama bazı canlı türleri doğanın evrimsel işleyişinin dışına çıkmaya başlamıştı diyebilirim. Yine de bu gelişme ile birlikte doğanın evrimsel gelişimi de bu canlılarda değişim yaratıyordu ama artık evrimleşme köklü değişimler halinde değil daha yüzeysel biçimde oluyordu, tüy azalması, uzuvlarda biçimsel ufak değişimler, renk vs. gibi.
Canlı türlerinin bir kısmı, oluşturdukları biyolojik birliklerin dışında farklı birlikler oluşturmaya başladılar. Bu birlikler; her bir aynı tür canlının birey özellikleri ve güçlerini ortaklaştırma girişimleridir. Karıncaların mükemmel organizasyonu ile bu gelişmeyi karıştırmamak gerekir. Genelde böylesi bir yanılgı yaygındır. Karıncaların oluşturdukları organizasyon, biyolojik yapı niteliği temelindedir. Üreme bir kesiminde, avlanma diğer bir kesiminde, biriktirme, koruma başka kesimlerindedir ve her kesim işlevine göre biyolojik farklılık gösterir, evrimsel gelişimi “topluluk”taki işlevine bağlı sürer. Bizim ele aldığımız topluluk oluşturmada; aynı tür ve aynı niteliğe sahip canlılar, üretim (yaşamı sürdürme) anlamında biraraya gelirler. Oluşan topluluklar esnek ve değişkendir. Üreme anlamında bile dişiler ayrı, erkekler ayrı grup oluşturabilirler. Bu topluluklarda belirli bir düzen var gibi görünse de, tarihsel başlangıcında birliği sağlayan ve düzeni belirleyen, net, iradi, belirli kurallarla oluşmuş yasalar işleyişi görülmez ve biyolojik temellere göre işlev ayrımı yoktur, her bir aynı tür canlı benzer biyolojik yapıdadır ve ve yine doğanın evrimsel işleyişinde her biri aynı derecede etkilenir, ama sonuçlar farklı olabilir (birinin daha iri veya küçük olması gibi).
Kısaca; doğanın kendi evrimi sonucu oluşan biyolojik birliklerle, canlıların, ilkel de olsa iradi olarak oluşturdukları sürü yaşamı çok farklıdır.
Tekil yaşam ve sürü yaşamı doğal olarak varmıydı? Tekil yaşamdan sürü yaşamına nasıl geçilmiş? İlkel yaşamda; her canlı yada canlılar topluluğu var olduğu nesnel koşullarda yaşamlarını idame ederken (üretimde bulunurken) biyolojik yapılaşmanın dışında, iradi bir örgütlenme biçimine doğru evrilmekteydi.
Sürü yaşamı bu evrimin bir adımı olsa gerek. İnsanların ataları olan canlılar, sürü aşamasına kadar hangi evrelerden geçti veya fizyolojik yapıları, yaşadıkları nesnel koşullar, sürü yaşamı ile doğada yerlerini almalarını mı sağladı? Bilim bu soruların yanıtlarını tam olarak verebilmiş değildir, ama günümüzden geriye baktığımızda insansı canlılar için yaşamda ilk toplumsal örgütlenmenin sürü ile başladığını söyleyebiliriz.
Üretim biçimi olarak ilkel insansı canlıların hangi koşullarda olduğu hakkında var olan bilgiler yeni araştırmalarla daha da genişlemektedir.
Topluluk oluşturma aşamasına kadar ağırlıkta doğanın sundukları ile yetinme becerisinden öte bir gelişme içersinde olmadıkları bilinen bu canlılar, ilk olarak sürü aşamasında bir (iradi-toplumsal) üretim içersine girebildiler.
Bazı canlıların oluşturdukları bu topluluklara “sürü yaşamı” deniliyor. Sürü yaşamına başlandığında, bireysel varlıklarının ortaklaşması, daha çok doğanın zorlukları ve güçlü canlılar karşısında korunma içgüdüsü ile ilgili davranışlarla sınırlıdır. Karıncalar örneğinde olduğu gibi, biyolojik ve sistemli bir iş bölümü olmadığı gibi, sürekli değişen ve denenen bir ortaklaşma yaşanıyordu. Bu durumun sürü-yaşamı içersinde ne kadar sürdüğü, hangi biçimlerin yaşandığı bilimsel olarak hala tartışılmaktadır. Bir takım iradi tavırlar sürü-yaşamının ilerki aşamalarında ortaya çıkmaya başlamıştır. Üretim yine doğanın sundukları ile sınırlı idi. Sürü halinde oluşan üretim; avlanma sırasında ortak davranışlar içersede de, paylaşımda tam bir savaş biçimini alıyordu. İlkel bireysel (özel) mülkiyetin varlığından söz edebiliriz ama sürece egemen olmasını sağlıyacak iradi üretim (toplumsal emek) olmadığından günümüz tanımları dışındadır.
Sonuç olarak; sürü-yaşamını, her iki mülkiyetin nüvelerini içinde taşıyan ilkel bir geçiş süreci, tarihsel sıçramanın basamağı olarak adlandırmak gerekir. Bu gelişmenin sürü yaşamındaki diğer canlıların tümünde var olmasından dolayı, insansı canlılar onlardan tam olarak ayrılmamaktadır. Ayrım noktaları, aynı zamanda bugüne varan gelişmelerinin de temeli olmuştur. İnsansı canlılar, sürü yaşamı ve üretim (üreme, beslenme) alanlarında bir devrim yaratarak kendilerini diğer canlılardan ayrı bir gelişim sürecine sokmuşlardır. Birbirlerini öldüren, yenebilir canlı olarak gören bu ilkel varlıkları bir arada, dayanışma içinde tutabilecek bir örgütlenme hangi koşullarda, nasıl ve "kimler" tarafından başarıldı? Sürü-yaşamı insanlaşmayı tam olarak ifade etmediğine göre bu yapının neye evrildiğini bulduğumuzda insanlaşmanın başlangıcına bir adım daha yaklaşacağız.
Yazıya devam etmeden önce toplum bilimindeki yanılsamaların temeli olan bir konuya açıklık getirmeliyiz. İlkel dönemlerde canlıların davranış biçimlerini günümüz kavramları ile açıklayamayız. Aile , ana - baba , akrabalık , cinsel ilişki , örgütlenme , üretim, vs. tüm günümüz kavramları ortaya çıktığı koşullar ve sonrası ile ilişkindir. Öncesi ise kendi koşullarında ve kendi kavramları ile değerlendirilmelidir. Her süreç kendi kavramını yaratırken, bir önceki sürecin kavramlarınıda devam ettirebilir veya kendine uygun dönüştürür. Bu dönüşümlerin nitelik değişikliğine uğradığını söylersek yeni bir tanım zorunludur, nitelik değişikliği henüz oluşmamışsa geçiş süreci özelliği taşır ve bu konumu ile ele alınmalıdır. Yazıda bu ilkelere uygun bir biçimde devam etmeye çabalayacağız. Bu anlamda yeni kavramlar eleştiriye açıktır.
Hayvanlarda olduğu gibi insan "ata"larında da (insansı canlı-primat) yaşama içgüdüsü ve onun zorunlu koşulu olan bireysellik ve şiddet bilinçte ilk sıradaydı. Yaşamını sürdürebilmek için her canlıyı yiyebilir -buna kendi cinsi olan yavru da dahildi-, bunun içinde öldürebilirdi. Bu eylemi geçici olsada bir süre yapamayan tek canlı cinsi, dişidir. Yabanıl insanda (hayvanlarda hala öyledir) üreme ilişkiside bir nevi savaş biçiminde gelişirdi. Yani üreme ilişkisi bittiğinde birinin diğerini yemeyeceği, öldürmeyeceği garantisi yoktu. Bir tek dişi cinsi ve yavrusu arasında geçici sürede de olsa öldürmeme ve yememe garantisi vardır.
Kısaca insansı canlıları birarada tutan ve bir anlamda insanlaşmanında başlangıcı olan yeni ilişkileri ; ilkel yaşama içgüdüsünün dışında ve onuda aşan bir kurallar dizisi ile açıklayabiliriz. Sürü yaşamı kendi içinde kurallar içersede bu kuralların iradi olduğunu söyleyemeyiz. Dünya üzerinde ayrı yerlerde ve ayrı koşullarda ama temelde (zorunlu) ortak özellikler taşıyan bir süreç içersinde insan ataları bir devrim yaptılar.
Bu devrim; bir takım sıkı kurallarla oluşmuş ortaklaşmacı bir topluluk yaratarak sürü niteliğinden kopmak olarak tanımlanabilir. Ortak avlanma bireysel egemenlik ile paylaşıma olumsuz yansırken, bir mülkiyet temelinde örgütlenme ile gerçek ortaklaşma, emeğin ortaklığı oluşmaktadır. Emeğin ortaklaşması, bilgi ve becerilerin kuşaklara aktarımını, temel üretim yavrunun bir kuşak öncesinin bilgileriyle ve güvenle yetişmesini, yani kalıcılığı ve gelişmeyi sağlamıştır.
İnsanlığın başlancı olan bu birlik aynı zaman da ilk toplumsal örgütlenmedir. Tarihte ilk oluşan bu topluluklar; günün aile yapısı ve bilgi seviyesi göz önüne alınarak irdelenmiş, tanımlanmıştır. Oysaki yakın tarihe kadar ne insan ilişkileri nede insan biyolojik yapısı hakkında yeterli bilgi vardı ve yakın tarihteki toplumsal yapılar (aile-aşiret-devlet-vs.), insan ilişkileri (üretim-paylaşım-vs.), değerler (dil-kültür-vs.) herbiri uzun yıllar ve çatışmalar içersinde gelişmiş ve nihayette sermaye sistemine göre şekillenmiş ve netleşmiştir. Sermaye sisteminindeki olguların yarattığı kavramlar ile bambaşka bir sistemin ilkel de olsa var olan (yada nüvesel diyelim) olguları, değerleri açımlanamaz. Doğru yanıtları verebilmek için; insansı canlıları yepyeni bir anlayışla ortaklaştıran koşulları ve örgütlenmeyi kendi özgünlüğünde, bağımsız bir mantıkla açımlamak gerekir.
Bu noktada en doğru çabayı Marksist toplum bilimcilerde görebiliyoruz. Marksizm; doğa ve toplum yasalarını formüle ederek bilime büyük katkılarda bulunmuşsa da, süreç içersinde bulunduğu noktadan çok daha ilerilere gidememiş ve yukarıda açıkladığımız mantıktan farklı bir noktada durmayı becerememiştir. Emek-sermaye çelişkisini yakalamak ve temel olduğunu söylemek tek başına yetmemektedir. Bu çelişkinin tüm tarih boyunca varlığı aynı zamanda tüm tarih boyunca yaratılanlardaki çelişkilerin (emek-sermaye) varlığı anlamına geleceği ve yaratılanlar içersinde her iki ucun kendi karakterinin ayrı ayrı olacağı gerçeği bir bütünlükte anlam taşır.
Ortaklaşmacı yaşam var olduğu andan itibaren karşıtıda aynı dönemde, aynı yapıda vardı, ama egemen olan ortaklaşmacı yaşamın ilkeleri idi. Ortak mülkiyetin egemen olduğu bir toplulukta egemen karakterde ortaklaşmacı bir özellik taşır.
Ortaklaşmacı-mülkiyet dönemine ilişkin verilerin büyük bir kısmı günümüz egemen, özel-mülkiyetci karakterin etki alanı altında gelişen bilim tarafından derlenmiştir. Marksistler bu etkinin dışına çıkabilmişler ve temel yasaları ortaya koyabilmişlerse de egemen bilimin verileri ve kavramları altında ortaya konan açımlamaları kaçınılmaz olarak yanılgılar taşımıştır. Toplumsal mülkiyeti egemen kılma mücadelesi içersinde sürekli yenilenen açımlamalarla bilim ilerler. Doğal Yaşamın temeli emek’tir. Yaşam biçimini belirleyende emeğin kullanım (üretim) biçimi ve daha önemli olarak da emeğin sahipleniş (mülkiyet), diğer bir değişle emeğin ve ürettiklerinin değerlendirme biçimidir. Kısaca toplumsal yaşamın karakterini ve içinde yer alan insanların karakterini belirleyen, mülkiyet’tir.
Son düzenleme: