komünal toplumdan mülkiyetçi topluma (çalışmadan bölümler)

#1
komünal toplum ve mülkiyetçi toplum üzerine yaptığım bir çalışmadan bölümler aktaracağım..

ilk olarak giriş sayılacak bir bölüm ile başlıyorum..
bu bölümde doğada canlıların doğal yaşam faliyetlerinin temel özellikleri ve sürü yaşamı ve komünal yaşama geçiş ile ilgili bazı analiz-tespitler sunacağım..
...................
Doğada canlıların iki temel davranışı vardır. Birincisi üreme (çoğalma), ikincisi ise, yaşamı idame etme(beslenme)dir. Her ikisinin ortak adına üretim diyebiliriz. Üretimleri, doğanın yasaları temelinde sürer, doğanın evrimsel gelişimin dışına çıkamazlar, doğanın dışında irade koyamazlar. Bu anlamda bu üretim kavramını şimdiki üretim kavramından ayrı tutmak gerekir. Canlılar; yaşamlarını sürdürürlerken, var olanı değerlendirme eylemlerini (üretim) tek veya sürü halinde ortaya koyarlardı. Canlıların bu edimlerine üretim diyebilsek de, üretim kavramı asıl olarak insanlaşma (mülkiyet örgütlenmesi) aşamasından itibaren “iradi” bir tanım halini almıştır. İradi üretim ile doğal üretim arasındaki farklılaşma insanlaşmayı açımlar.

En küçük canlı organizma bile, beslenip, ürüyerek varlığını devam ettirir, koşullara göre biçim ve tarz değiştirir, ama doğanın evrimsel gelişiminden bağımsızlaşamaz. Son sözü doğanın evrimsel işleyiş yasaları söyler. Bir canlı türü, bu ilkeyi kökten olmasada, değiştirmiş, büyük oranda bağımsız, özgün bir evrim süreci yaratmıştır. Bu süreci, insanlaşma-toplumsallaşma diye adlandırabiliriz. Doğanın evrimsel sürecinden giderek bağımsızlaşan ve kendi evrimsel ama özünde iradi olan sürecini yaratan bu Toplumsal-yapılaşma ; nasıl oluştu ve kendi yasalarını neden ve nasıl yarattı, gelişim evreleri, çatışmaları, dinamikleri nelerdir, tüm bu soruların yanıtları insanlaşmayı bize açımlar.

Canlı tek başına hiç bir şeydir, ancak etrafındaki her türlü canlı, cansız tüm varlıklarla kendini tanımlıyabilir. Yaşamsal tüm edimleri, belirli bir çevrede, doğanın evrimsel işleyişine göre şekillenir, gelişir, değişir. Canlı, yaşamsal sürecinin sürekliliği için çeşitli değişimler geçirir, bu onun özgün evrim sürecidir. Yinede bu sürecinde doğanın evrimsel işleyişinin dışına çıkamaz, doğanın genel evrimsel iradesine bağımlıdır. Yaşamsal sürekliliği için yarattığı değişimler iradi gibi görünse de genel işleyişin dışına çıkamadığı için, bu “irade” aslında içgüdüsel davranıştan (refleks) başka bir şey değildir. İçgüdüler, canlının zaman içersinde kazandığı reflekslerdir. Yaşam süreci içersinde, yorumlama ve etkileme, değiştirme tarzında gelişmeyen bu edimler, giderek kalıcılaşır. Bu kalıcılaşma, doğanın evrimsel işleyiş yasalarına bağımlı oluşur, yasaları aşamaz, değişemez. İrade ise; bu yaşamsal edimlerin, canlının kendi evrimsel sürecine bağlı olarak uygulanması, değişmesi, doğa yasalarına uyumlu olmasa da, çatışarak, var olup, kendi sürecini geliştirmesi tarzında oluşur.

Gelişmiş canlılar; çevresinde ve doğada olanı yorumlayıp, kendi yaşam süreçlerini geliştirecek biçimlerde bir takım uygulamalara başladılar. Doğasal (doğanın evrimi) işleyişin dışında olan bu uygulamalar, artık canlının kendi iradesinin temelinde oluşuyordu.

Bazı canlılar, başlangıçta, yaşama-üreme temelinde olsada doğanın belirleyiciliğinin dışına çıkmaya başlamışlardı. Kendi biyolojik yapı ve uzuvlarını değişime uğratmak yerine, uzuvlarına ek olarak, alet kullanmak, ısınmak için biyolojik değişime zorlanmak yerine, örtünmek ve biyolojik değişimlerle ek organlar, yada iş bölümü yaratmak yerine, topluluk oluşturmak gibi.
Elbette başlangıçta bu uygulamalar yine de doğanın evrimsel işleyişini çok aşamıyor, doğaya karşı fazla üstünlük sağlamıyordu, ama bazı canlı türleri doğanın evrimsel işleyişinin dışına çıkmaya başlamıştı diyebilirim. Yine de bu gelişme ile birlikte doğanın evrimsel gelişimi de bu canlılarda değişim yaratıyordu ama artık evrimleşme köklü değişimler halinde değil daha yüzeysel biçimde oluyordu, tüy azalması, uzuvlarda biçimsel ufak değişimler, renk vs. gibi.

Canlı türlerinin bir kısmı, oluşturdukları biyolojik birliklerin dışında farklı birlikler oluşturmaya başladılar. Bu birlikler; her bir aynı tür canlının birey özellikleri ve güçlerini ortaklaştırma girişimleridir. Karıncaların mükemmel organizasyonu ile bu gelişmeyi karıştırmamak gerekir. Genelde böylesi bir yanılgı yaygındır. Karıncaların oluşturdukları organizasyon, biyolojik yapı niteliği temelindedir. Üreme bir kesiminde, avlanma diğer bir kesiminde, biriktirme, koruma başka kesimlerindedir ve her kesim işlevine göre biyolojik farklılık gösterir, evrimsel gelişimi “topluluk”taki işlevine bağlı sürer. Bizim ele aldığımız topluluk oluşturmada; aynı tür ve aynı niteliğe sahip canlılar, üretim (yaşamı sürdürme) anlamında biraraya gelirler. Oluşan topluluklar esnek ve değişkendir. Üreme anlamında bile dişiler ayrı, erkekler ayrı grup oluşturabilirler. Bu topluluklarda belirli bir düzen var gibi görünse de, tarihsel başlangıcında birliği sağlayan ve düzeni belirleyen, net, iradi, belirli kurallarla oluşmuş yasalar işleyişi görülmez ve biyolojik temellere göre işlev ayrımı yoktur, her bir aynı tür canlı benzer biyolojik yapıdadır ve ve yine doğanın evrimsel işleyişinde her biri aynı derecede etkilenir, ama sonuçlar farklı olabilir (birinin daha iri veya küçük olması gibi).

Kısaca; doğanın kendi evrimi sonucu oluşan biyolojik birliklerle, canlıların, ilkel de olsa iradi olarak oluşturdukları sürü yaşamı çok farklıdır.

Tekil yaşam ve sürü yaşamı doğal olarak varmıydı? Tekil yaşamdan sürü yaşamına nasıl geçilmiş? İlkel yaşamda; her canlı yada canlılar topluluğu var olduğu nesnel koşullarda yaşamlarını idame ederken (üretimde bulunurken) biyolojik yapılaşmanın dışında, iradi bir örgütlenme biçimine doğru evrilmekteydi.

Sürü yaşamı bu evrimin bir adımı olsa gerek. İnsanların ataları olan canlılar, sürü aşamasına kadar hangi evrelerden geçti veya fizyolojik yapıları, yaşadıkları nesnel koşullar, sürü yaşamı ile doğada yerlerini almalarını mı sağladı? Bilim bu soruların yanıtlarını tam olarak verebilmiş değildir, ama günümüzden geriye baktığımızda insansı canlılar için yaşamda ilk toplumsal örgütlenmenin sürü ile başladığını söyleyebiliriz.
Üretim biçimi olarak ilkel insansı canlıların hangi koşullarda olduğu hakkında var olan bilgiler yeni araştırmalarla daha da genişlemektedir.

Topluluk oluşturma aşamasına kadar ağırlıkta doğanın sundukları ile yetinme becerisinden öte bir gelişme içersinde olmadıkları bilinen bu canlılar, ilk olarak sürü aşamasında bir (iradi-toplumsal) üretim içersine girebildiler.

Bazı canlıların oluşturdukları bu topluluklara “sürü yaşamı” deniliyor. Sürü yaşamına başlandığında, bireysel varlıklarının ortaklaşması, daha çok doğanın zorlukları ve güçlü canlılar karşısında korunma içgüdüsü ile ilgili davranışlarla sınırlıdır. Karıncalar örneğinde olduğu gibi, biyolojik ve sistemli bir iş bölümü olmadığı gibi, sürekli değişen ve denenen bir ortaklaşma yaşanıyordu. Bu durumun sürü-yaşamı içersinde ne kadar sürdüğü, hangi biçimlerin yaşandığı bilimsel olarak hala tartışılmaktadır. Bir takım iradi tavırlar sürü-yaşamının ilerki aşamalarında ortaya çıkmaya başlamıştır. Üretim yine doğanın sundukları ile sınırlı idi. Sürü halinde oluşan üretim; avlanma sırasında ortak davranışlar içersede de, paylaşımda tam bir savaş biçimini alıyordu. İlkel bireysel (özel) mülkiyetin varlığından söz edebiliriz ama sürece egemen olmasını sağlıyacak iradi üretim (toplumsal emek) olmadığından günümüz tanımları dışındadır.

Sonuç olarak; sürü-yaşamını, her iki mülkiyetin nüvelerini içinde taşıyan ilkel bir geçiş süreci, tarihsel sıçramanın basamağı olarak adlandırmak gerekir. Bu gelişmenin sürü yaşamındaki diğer canlıların tümünde var olmasından dolayı, insansı canlılar onlardan tam olarak ayrılmamaktadır. Ayrım noktaları, aynı zamanda bugüne varan gelişmelerinin de temeli olmuştur. İnsansı canlılar, sürü yaşamı ve üretim (üreme, beslenme) alanlarında bir devrim yaratarak kendilerini diğer canlılardan ayrı bir gelişim sürecine sokmuşlardır. Birbirlerini öldüren, yenebilir canlı olarak gören bu ilkel varlıkları bir arada, dayanışma içinde tutabilecek bir örgütlenme hangi koşullarda, nasıl ve "kimler" tarafından başarıldı? Sürü-yaşamı insanlaşmayı tam olarak ifade etmediğine göre bu yapının neye evrildiğini bulduğumuzda insanlaşmanın başlangıcına bir adım daha yaklaşacağız.

Yazıya devam etmeden önce toplum bilimindeki yanılsamaların temeli olan bir konuya açıklık getirmeliyiz. İlkel dönemlerde canlıların davranış biçimlerini günümüz kavramları ile açıklayamayız. Aile , ana - baba , akrabalık , cinsel ilişki , örgütlenme , üretim, vs. tüm günümüz kavramları ortaya çıktığı koşullar ve sonrası ile ilişkindir. Öncesi ise kendi koşullarında ve kendi kavramları ile değerlendirilmelidir. Her süreç kendi kavramını yaratırken, bir önceki sürecin kavramlarınıda devam ettirebilir veya kendine uygun dönüştürür. Bu dönüşümlerin nitelik değişikliğine uğradığını söylersek yeni bir tanım zorunludur, nitelik değişikliği henüz oluşmamışsa geçiş süreci özelliği taşır ve bu konumu ile ele alınmalıdır. Yazıda bu ilkelere uygun bir biçimde devam etmeye çabalayacağız. Bu anlamda yeni kavramlar eleştiriye açıktır.

Hayvanlarda olduğu gibi insan "ata"larında da (insansı canlı-primat) yaşama içgüdüsü ve onun zorunlu koşulu olan bireysellik ve şiddet bilinçte ilk sıradaydı. Yaşamını sürdürebilmek için her canlıyı yiyebilir -buna kendi cinsi olan yavru da dahildi-, bunun içinde öldürebilirdi. Bu eylemi geçici olsada bir süre yapamayan tek canlı cinsi, dişidir. Yabanıl insanda (hayvanlarda hala öyledir) üreme ilişkiside bir nevi savaş biçiminde gelişirdi. Yani üreme ilişkisi bittiğinde birinin diğerini yemeyeceği, öldürmeyeceği garantisi yoktu. Bir tek dişi cinsi ve yavrusu arasında geçici sürede de olsa öldürmeme ve yememe garantisi vardır.

Kısaca insansı canlıları birarada tutan ve bir anlamda insanlaşmanında başlangıcı olan yeni ilişkileri ; ilkel yaşama içgüdüsünün dışında ve onuda aşan bir kurallar dizisi ile açıklayabiliriz. Sürü yaşamı kendi içinde kurallar içersede bu kuralların iradi olduğunu söyleyemeyiz. Dünya üzerinde ayrı yerlerde ve ayrı koşullarda ama temelde (zorunlu) ortak özellikler taşıyan bir süreç içersinde insan ataları bir devrim yaptılar.

Bu devrim; bir takım sıkı kurallarla oluşmuş ortaklaşmacı bir topluluk yaratarak sürü niteliğinden kopmak olarak tanımlanabilir. Ortak avlanma bireysel egemenlik ile paylaşıma olumsuz yansırken, bir mülkiyet temelinde örgütlenme ile gerçek ortaklaşma, emeğin ortaklığı oluşmaktadır. Emeğin ortaklaşması, bilgi ve becerilerin kuşaklara aktarımını, temel üretim yavrunun bir kuşak öncesinin bilgileriyle ve güvenle yetişmesini, yani kalıcılığı ve gelişmeyi sağlamıştır.

İnsanlığın başlancı olan bu birlik aynı zaman da ilk toplumsal örgütlenmedir. Tarihte ilk oluşan bu topluluklar; günün aile yapısı ve bilgi seviyesi göz önüne alınarak irdelenmiş, tanımlanmıştır. Oysaki yakın tarihe kadar ne insan ilişkileri nede insan biyolojik yapısı hakkında yeterli bilgi vardı ve yakın tarihteki toplumsal yapılar (aile-aşiret-devlet-vs.), insan ilişkileri (üretim-paylaşım-vs.), değerler (dil-kültür-vs.) herbiri uzun yıllar ve çatışmalar içersinde gelişmiş ve nihayette sermaye sistemine göre şekillenmiş ve netleşmiştir. Sermaye sisteminindeki olguların yarattığı kavramlar ile bambaşka bir sistemin ilkel de olsa var olan (yada nüvesel diyelim) olguları, değerleri açımlanamaz. Doğru yanıtları verebilmek için; insansı canlıları yepyeni bir anlayışla ortaklaştıran koşulları ve örgütlenmeyi kendi özgünlüğünde, bağımsız bir mantıkla açımlamak gerekir.

Bu noktada en doğru çabayı Marksist toplum bilimcilerde görebiliyoruz. Marksizm; doğa ve toplum yasalarını formüle ederek bilime büyük katkılarda bulunmuşsa da, süreç içersinde bulunduğu noktadan çok daha ilerilere gidememiş ve yukarıda açıkladığımız mantıktan farklı bir noktada durmayı becerememiştir. Emek-sermaye çelişkisini yakalamak ve temel olduğunu söylemek tek başına yetmemektedir. Bu çelişkinin tüm tarih boyunca varlığı aynı zamanda tüm tarih boyunca yaratılanlardaki çelişkilerin (emek-sermaye) varlığı anlamına geleceği ve yaratılanlar içersinde her iki ucun kendi karakterinin ayrı ayrı olacağı gerçeği bir bütünlükte anlam taşır.

Ortaklaşmacı yaşam var olduğu andan itibaren karşıtıda aynı dönemde, aynı yapıda vardı, ama egemen olan ortaklaşmacı yaşamın ilkeleri idi. Ortak mülkiyetin egemen olduğu bir toplulukta egemen karakterde ortaklaşmacı bir özellik taşır.

Ortaklaşmacı-mülkiyet dönemine ilişkin verilerin büyük bir kısmı günümüz egemen, özel-mülkiyetci karakterin etki alanı altında gelişen bilim tarafından derlenmiştir. Marksistler bu etkinin dışına çıkabilmişler ve temel yasaları ortaya koyabilmişlerse de egemen bilimin verileri ve kavramları altında ortaya konan açımlamaları kaçınılmaz olarak yanılgılar taşımıştır. Toplumsal mülkiyeti egemen kılma mücadelesi içersinde sürekli yenilenen açımlamalarla bilim ilerler. Doğal Yaşamın temeli emek’tir. Yaşam biçimini belirleyende emeğin kullanım (üretim) biçimi ve daha önemli olarak da emeğin sahipleniş (mülkiyet), diğer bir değişle emeğin ve ürettiklerinin değerlendirme biçimidir. Kısaca toplumsal yaşamın karakterini ve içinde yer alan insanların karakterini belirleyen, mülkiyet’tir.
 
Son düzenleme:
#2
Organik toplumlardan hiyerarşik devletçi yapılara kadar,insanlığın şanlı mücadeleleri ile doludur.Organik toplumşlardaki komünalliğin ölçü birimi veyat en önemli odak mülkiyet biri mi midir ? Toplumlardaki komünallik doğa ile olan diyalektik doğalcı bağ sonucunda ikinci doğa dediğimiz toplumun oluşmasıyla gerçekleşir.Doğa ve toplum evrimsel süreçlerde birbiriyle her zaman diyalektik bir bağ içerisindedir ki bunları birbirine tam zıt hiç olmamışlardır.Toplumlardaki hiyerarşik olmayan ve devletsiz yaşamını oluşturan doğa ile kurulan diyalektik bağ sonucu insanların kendi toplumları için geliştirdiği komünal iradedir.Komünal irade ortak yaşamın her bölgesinde kendini gösterir.Ekonomiden kültüre ahlaka siyasete eğitime ... Toplumlardaki hiyerarşik kurumsallaşmanın ortaya çıkışıyla beraber benim dikkat çekmek istediğim nokta komünal değerleri tahakküm altına almasıdır.(dikkat ben burada değerler ve irade kısmına dikkat çekmekteyim ve bunun maddi yaşama yansımasından söz etmekteyim).Yani komünal değerler bu hiyerarşik tahakküme karşı her zaman direniş halindedir.Bunlar kadın mücadelesi olsun etnisite olsun ekoloji mücadelesi kırsal kentsel mücadeleler veyat dini cemaati mücadeleler ve sınıfların direnişi.Toplumda ortak mülk yani kollektif mülkiyet varken hele aynı zamanda ataerkil hiyerarşinin olması aslında neden tarihin ve toplumsal yaşamın temelinin mülkiyet olmadığının göstergesidir.(ekonomik hiyerarşi mülki biçimde gelişmemiştir-devletlerin oluşumu ile mülkiyetin oluşumu aynı zamana tekabül eder çünkü devlette bir bakıma en büyük mülktür ve mülkün temelinde zor aygıtı ve askeriye yatar)

Toplumsallığın temelinde mülkiyetin olduğu ama başka mücadeleleri de örnek almasını isteyen genel gramsci veyat avro komünist bakış açısı da bir bakıma dar kalmaktadır.Ekonomik determinizmden kurtulamamaktadır bu görüş.Bir de bunun sınıf mücadelesi denen bir kavramı var.K, bu tip sınıf örgütlerinin mücadelesine göz atarsanız sınıfsızlaşma temelinde hareket etmeyen yani komünal değerleri önemsemeyen bütün mücadeleler sınıf mücadeleleri de ya uzlaşmacı tavır sergiler ya da KP devletin köle işçileri olmaya devam ederler.Bizim için önemli olan komünal değerlerdir.Mülkiyet açısından verilen mücadeleler sınıf mantığına göre kesinlikle daha komünaldir ama ekonomik determinizme düşmemek gerekir.Komünal toplumun değerleri anayanlılıktan tutun ekolojik nteknolojiye oradan kültüre demokrasiye ahlaka eğitime kadar bütün toplumsal değerlerdir.Ekonomi de bunlardan biridir ama onlar gibi bir değerdir onları kapsamaz
 
#3
konuyla ne kadar uyumlu, bilmiyorum ama ufak bir katkıda bulunmak istedim.

"Doğada canlıların iki temel davranışı vardır. Birincisi üreme (çoğalma), ikincisi ise, yaşamı idame etme(beslenme)dir."

aslında bu ikisi aynı amaca hizmet ediyor. bunlara yine aynı amaçlı olarak tehlikeden kaçma, korunma davranışını da eklemeliyiz.

peki o amaç nedir? tüm canlıları beslenme, üreme ve tehlikelerden korunma davranışları sergilemeye iten o ana amaç nedir?

o amaç, ilginç gelebilir, genlerimizin kendilerini devam ettirme dürtüleridir. bizleri ve tüm canlıları ele geçiren ve yöneten genlerimizdir. seksüel dürtülerimiz de çocuk sahibi olma isteğimiz de bu gensel amaç doğrultusunda vardır.

bu ufak katkımı yazıp şimdilik çekileyim.
 
#4
Sürü yaşamından oba/klan yaşamına geçiş

1-Sürü yaşamından oba/klan yaşamına geçiş
Sürü yaşamı bir çok canlı türünde görülmektedir. İnsansı canlıların da bu aşamayı yaşadıkları bilinmektedir. Sürüye katılma veya sürü oluşturma biçimleri ile ilgili bilgiler kesin olmamakla birlikte, diğer benzer canlılardan farklı değildir. Birkaç dişi ve erkeklerden ve ergenlik aşamasına kadar dişinin yanında kalabilen yavrulardan oluşan gruplar halinde yaşadıkları düşünülmektedir. Sürü içindeki erkeklerin etkinliğini güçlü olmanın belirlediği kesindir. İnsansı canlıların, kadınlar ve erkekler olarak, ayrı gruplar halinde yaşadıklarını da iddia edebiliriz. Söylencelere ve bazı kuttörenlere baktığımızda bu iddia oldukça akla yakın gelmektedir. Bazı kazılarda bulunan kemiklere göre kadın ve yavru kemikleri bir arada sık bulunurken, bazı kazılarda ise sadece yetişkin erkek kemikleri bulunmaktadır.

Sürü yaşamı; bazı canlı türlerinde değişik aşamalarda sürmüştür. Kalıcılaşan biçimler, değişen biçimler, son olarakta insansı canlıların yarattığı ilkel-komünal biçim tarzında gelişme izlemiştir diyebilirim. En belirgin olanı dişi ve erkeklerin bir arada yaşadığı ve özellikle en güçlü erkeğin egemenliğinde süren ve daha güçlü olanın etken olduğu çatışmalı sürü yaşamıdır. Bu noktada en uç ve yaygın örnek budur. İnsanlığın oluşturduğu ilkel komünal tarza en yakın olanı da gorillerin oluşturduğu topluluk biçimidir. Gorillerin toplulukları; bir erkek ve dişi ile yavrulardan oluşan bir çeşit günümüz ailesi gibidir. İç ilişkilerinde paylaşımcı ve sıkı dayanışma yaşarlar. Dişiler sürüde kalabilir ama ergin erkekler kesinlikle sürüde tutulmaz onlar kendilerine yeni bir sürü oluştururlar. Dişiler sürüyü özgürce terk edebilir. Yine Şebek cinsinin bir kısmında dişiler ve erkekler ayrı sürüler halinde yaşarlar. Ergen erkekler dişi sürüsünü terk eder ve bir erkek sürüsüne katılır. Erkek sürüleri ise sürekli çatışmalı ve dağılan bir süreç yaşar. Sanırım, goriller ve bu tür şebeklerin oluşturduğu sürüler, ilkel-komünal topluluğa geçişte yaşanan en son biçimdir.

Bilinen en gelişkin sürü yaşamı, gorillerin kurduğudur. Yine bazı şebek (gelişmiş primat) sürüleri ortak yaşam biçimlerini en yaygın oluşturabilenlerdir, ama tümünde olduğu gibi bunlarda da birden fazla erkek olduğunda bir çatışma kaçınılmazdır ve sonunda güçlü olan biri kazanır, diğeri ya boyun eğer yada sürüden ayrılır veya ölür. Dışa karşı ortak savunma refleksinden dolayı birlik çok güçlüdür ama içsel çatışma bir o kadar da yoğun ve şiddetlidir. İçteki bu çatışmalı ortamı kaldıracak kuralları ve temel yaşam biçimini oluşturmak için yapılan bir dizi uygulamalardan sonra, bazı canlılar daha ileri aşamalara geçememiş, bazı canlılarda ki bunlar bu gün insan dediğimiz canlılardır, bu aşamayı bir tarzla geçebilmişlerdir.

İlk örgütlenme, bir anlamda ilk ayrışmadır. Sürü halinde ama, bireysel, dağınık, bilgi ve becerilerinin aktarımı (emeğin ortaklaşması) olmadan, dışa karşı dayanışmacı ama içte yoğun çatışmalı bir tarzda yaşayan insansı canlılar, ikili temel kuralla bir araya geldiler. Yeme ve cinsel ilişkiye girme yasağı olarak adlandırılan bu yasa (tabu)lar, bir gurup canlının bir arada kalabilmesini sağlamıştır. Bir takım yasaların, -her ne kadar ilkel korkulara dayansa da- kalıcı olabilmesi ancak toplumsal bir örgütlenme (mülkiyet) ile olanaklıydı. Her toplumsal örgütlenme de emeğin üretim ve paylaşım sürecinde var olan mülkiyet biçimlerinden birinin egemenliğinde oluşur. Tüm yapı, insan da dahil bu biçimin karakterini alır.

İnsansı canlıların, erkekler ve dişiler olarak bir arada oldukları sürü aşamasında, erkeklerin birbirleri ile çatışmadan, dayanışma ile yaşam sürdürebilmeleri, ve erkek yavruların da güven içinde gelişip, sürüde kalabilmeleri için, bir ortam yaratılması gerekiyordu. Sürü içinde erkeklerin sürekli çatışmaları, yetişkin olan erkek yavruların sürüden uzaklaştırılması, sürü içinde güvensiz bir ortam yarattığı gibi, diğer sürülere ve doğaya karşı mücadelelerinde de olumsuz sonuçlar yaratıyordu. Sürü içinden dişi cinsi bu durumu değiştirecek bir dizi kurallar yarattı. Dişilerin kendi aralarında var olan dayanışma içgüdüsü ve erkek yavrularla olan geçici ilişkileri, böylesi köklü değişimlere adım atabilmelerini sağlamıştır.

Birde, akla daha yatkın gelen kadınların ve erkeklerin ayrı gruplar halinde yaşadıkları ve ergenleşen erkeklerin sürü dışına atıldığı bir sürü yaşamını temel alarak bu geçişi açıklamak olasıdır. Bazı canlı cinsleri incelendiğinde, erkek cinsinden oluşan sürülerin, çatışmalı ve sürekli dağılan bir yapıda olduğunu söyleyebiliriz. Dişilerden oluşan gruplarda ise çatışmaların daha az, dayanışmanın daha fazla olduğu, yavrunun, grubun ortak sorumluluğunda yetiştiği, gözlemlenir.
Sanırım, dişiler, zamanla erkek yavruları bir dizi kurallarla yetiştirip, ana-yanlı topluluğu oluşturdular, yada aynı zamanda dışardan bu kurallara uyan ergin erkekleri de gruplarına kattılar. Bu sürecin, hangi yapılardan ve nasıl geliştiğini yeni bulgular ışığında toplum bilimciler açımlayacaktır. Sürecin, asıl önemli olan yanı, dişilerin, hangi kurallarla ortaklaşmacı ana-yanlı topluluğu oluşturduklarıdır.
Sürü topluluğunda güvenli bir ortam oluşturmak için ikili kural kondu. Aynı karından (anadan) geleni yemeyeceksin. aynı karından (anadan) gelenle cinsel ilişkiye girmeyeceksin. Bu ikili kuralla birlikte aynı ‘dişiden doğan, tüm canlılar eşit ve insandır’ denilerek, grup içinde çatışmasız, güvenli bir yaşam ortaklığı sağlanmıştır.


2 – ana-soylu oba (klan) topluluğu bir mülkiyet biçimidir.

Üretim; var olan nesnel koşullarda, o koşullara bağımlı yada o koşullara iradi müdahalede bulunarak yaşamı sürdürmedir, bir emek sürecidir. Emek sürecinin toplumsal örgütlenme (kurum, kültür, karakter, egemenlik) niteliğini, belirleyende mülkiyet biçimidir.Üretim sırasında tek veya topluca yapılan edimleri incelediğimizde, üretimin biçimi, teknik düzeyi, hakkında açımlama yapabiliriz.Üretim hangi amaçla,yapılıyor ,üretim sonucu elde edilenler, kişi ve kurumların mı yoksa toplumun mu sahipliğinde? Bu soruların yanıtı da mülkiyet biçimini belirler. Tarih mülkiyet biçimleri çatışması olduğu gibi, aynı zamanda insanlığın bu mülkiyet biçimlerine uygun örgütlenmesi, toplumsal ve aynı biçimde de bireysel karakter (kültür, davranış vs.) biçimlenmesi çatışmasıdır diyebiliriz.

İnsansı canlılar başlangıçta sürüler halinde doğaya ve diğer canlılara karşı mücadele ederken bilinçli ilk yaşam ortaklıklarını önceleri karındaşlık gruplaşması ile başlatmışlardır. İnsansı varlıklardan dişi cinsinin bir örgütlenmesi olan, aynı karından (ana) gelen ve bir diğer grubu kendilerinden (insan) saymayan bu toplulukların, ortaklaşma temelindeki ilk örgütlenmeleri ana-soylu, karındaş (ana-erkil birlik, gens, oba, klan) olarak tanımlanıyor.

İnsansı varlıklardan dişi cinsi, geçici, ilkel bir dayanışma ilişkisi olan yavru ile birlikteliğini yetişkin erkek olduğunda da sürdürebilmenin koşullarını yaratmak için ikili yasayı (tabu) geçerli kılmıştır. İkili yasanın (tabunun) temel olanı, aynı dişiden türeyenle, karındaşla (genelde kandaş diye geçer ama o dönemlerde "kan" ile ilgili bilgilerin olmayışından bu ayakları havada tanımı kullanmayacağım), yani aynı karından gelenle cinsel ilişkiye girme yasağıydı (tabu) bu temel yasanın bir yanıda aynı karından geleni öldürme yasağı (tabu) idi.


İlkel canlıların bilinç düzeyi göz önüne alındığında, dişinin elinde yetişen bir yavruyu bu temel tabuyu bozamayacak bir dürtü (korku) ile yetiştirmesi çok da zor değildi. Asıl korku, topluluk dışına atılması ve doğada tek başına kalmasıydı. Sürü yaşamının canlıya yarattığı avantajların yanı sıra daha güvenli bir ortam olan oba(klan)dan atılıp, tek başına kalması, o canlının yaşama şansının olmaması demekti.

İkili yasayı incelersek, bir mülkiyet tanımına denk düştüğünü görürüz. Genelde öldürme yasağı, yeme yasağı ile beraber ele alınır ve cinsel yasak ayrı söylenir, ama bu tarz baştan beri belirtiğimiz gibi tarihi burjuva bilimi ile ele alma yanlışlığındandır. Söylenceleri, ilkel dilleri incelediğimizde, öldürme yasağının yeme yasağı ile birlikte anılmadığını görürüz. O dönemde yeme yasağı ile cinsel ilişkiye girme yasağı aynı düzlemde hatta aynı kelimelerle anılıyor.

Günümüzde de cinsel ilişki ve yemek aynı kelimelerle ele alınır. Her iki kavramın aynı kelimelerle anılması çok doğal, çünkü her ikisi de sahiplenme (mülkiyet) içerir. Yaşamın devamı anlamında, temel iki doğal dürtü olan yemek ve üremek bir sahiplenmeyi zorunlu kılmaktadır. Öldürme ise savunma ve avlanma anlamında bir tarzı ifade eder. Öldürmek için, bir hakka ve o şeye sahip olman gerekmez, ama yiyebilmen ve cinsel ilişkiye girebilmen için, o şeye sahip olman yada o şeyle bir biçimde bağlantılı olman gerekir. İnsanlar, sürü yaşamındayken, ortaklaşa avlanırlar ama av kimin olursa olsun, sahibi en güçlü olandır ve sırayla yani güce göre avdan arta kalanların sahipliği belirlenirdi. Kısaca yiyebilmek için bir biçimde sahibi olman gerekir. Canlının, cinsel ilişkide bulunabilmesi için de, dişinin üzerinde veya o eylemde öncelik yada tek hak sahibi olması yada bir biçimde ilişkilenmiş olması gerekir. Gücün ve şiddetin verdiği ve diğerlerine kabullendirdiği bu hakların ortadan kalkması için getirilen kurallar, ilkel de olsa bir mülkiyet (özel) hakkının reddi anlamına gelir.

Sürü yaşam kültüründe, ortaklaşma ve dayanışma kültürü kadar bir sahiplenme ve hegomanya kültürü de vardır. Ortak yaşamsal edimler(üretim-emek faliyetleri) ortaklaşmacı işleyiş ile sürdürülürken., paylaşımda, bu ortaklaşmacı kültürün yerine sahiplenme-hegomanya kültürü gelir. Kısaca ; sürü yaşamı iki kültürlü bir toplumsal yaşam yani uygarlıktır diyebilirim.
insanlığın başlangıcı olan ilk toplumsal birlikte, ikili yasak, yani aynı karından gelenle cinsel ilişkiye girmeme ve aynı karından geleni yememe kuralı asıl olandır. Bu yasa ile birlikte bir grup canlı, bir diğerine sahip olamadan (yiyemeden, cinsel ilişkiye giremeden), üretileni de (yiyecek ve yavru) hep beraber sahiplenerek, yaşam süreçlerini ortaklaştırmışlardır. Elbette bu gelişmeyi, mülkiyet kavramının bilincinde olarak yapmadılar, çatışmalar, doğa koşullarının zorlaması, ve benzeri bugün bilemediğimiz bir çok nedenle, deneme yanılma yoluyla bunu başardılar.

Doğanın (nesnel koşulların), belirleyiciliği altında yaşayan canlılardan insan türü yada bu türlerden bir bölümü ,yaşamı sürdürme dürtüsünün zorunlu sonucu olan bireysel eylem ve şiddet yerine, şiddetin yasaklandığı ve ortak paylaşım ve dayanışmanın egemen olduğu ilişkiler yaratarak, ortaklaşmacı mülkiyet temelinde ana-soylu bir örgütlenme yaratmıştır. Böylesi bir ortaklaşmayı hayata geçirebilen insansı varlıklar hızla gelişirken, yani doğaya karşı iradi müdahalede bulunup, güçlenirken aynı zamanda da çoğaldılar. Ortaklaşmacı toplum yaşam biçimi; bu canlıların doğa karşısında etkinliklerini, becerilerini ve bilinç sıçraması yaratarak da beyin yapılarını geliştirirken aynı zamanda sağlıklı çoğalmalarını da sağladı. Çoğalan bu toplulukları
sürüden ayıran temel farklılık, yeme ve üreme edimleridir. Her küme, kendi kümesinden bir canlıyı yiyemez, dışarıdakini yiyebilirdi. Yine her küme, kendi kümesinde çiftleşemez, dışarıdakiyle çiftleşirdi. Türün devamını sağlayan (doğasal) iki temel dürtü olan yeme ve (üreme) çiftleşme dışa döndürülüp, içte yasaklanmakla ilk toplumsal örgütlenme oluşmuştur.

’Öz ananı, Öz kız kardeşini, Öz domuzlarını, Toplayıp yığdığın kendi öz köklerini Yemeyesin

Başkalarının anasını, , Başkalarının kız kardeşlerini, Başkalarının domuzlarını, Başkalarının toplayıp yığdığı kökleri,. Yiyesin"
(E. Reed kadının evrimi sy.278 alıntı M. Mead )

Yukarıdaki, bir Arapeş tekerlemesinde görüldüğü gibi yeme ve çiftleşme eş anlamlı olarak kullanılmakta, asıl ilginç olanda, "başkalarının" üretimlerinin (yeme ve çiftleşme anlamında insan da dahil) kendilerinin doğal hakkı gibi görünmesidir. Buradaki "kendi öz köklerini" deyimi, insan, totem hayvanı ve bitkisidir. Kısaca, kendi obasından kimseyi öldüremez, yiyemez ve cinsel ilişkide bulunamazdı.Üremenin kendisi ile bir ilişkisi olduğunu bilmeyen ve sadece kadına has bir olgu olduğunu düşünen erkek; ilkel dürtülerine rağmen, oba'daki dişilere karşı cinsel bir yaklaşım duymuyordu. Bu edimler ancak "yabancı" bir canlıya karşı geçerliydi. Bu durum bir çok toplum bilimcinin çözemediği bir olgu idi.

"(...) "Tribünün kendisinden türediğini öne sürdüğü yaratığa aynı etten nitelemesi verilir, başka tür yada kümenin üyeleriyse, taze et diye adlandırılırdı. Bir yerli kendi etinden bir kadınla evlenemez (çiftleşemez b.a.), (çiftleşme b.a.) eşini ancak yabancı (taze et) kadınlar arasından seçebilirdi. (ve önemli bir bağlantı olarak da b.a.) Bir erkek kendi etinden olan bir hayvanı (insan b.a.) yiyemez yalnızca yabancı et yiyebilirdi. (bu durum hayvanlar için de geçerliydi aynı kökten geldiğine inandığı bir hayvanı örneğin ayı, geyik yiyemezdi b.a.)" Bu çelişkili bir durum yaratmaktaydı. Bir küme erkek,.. bir başka kümenin erkeklerini öldürüyor ve yiyordu. bu erkekler, yabancı et olmaları nedeniyle, aynı zamanda kendi kız kardeşlerine eş olma hakkına sahip kişilerdi. ....(tutsak edilen bu "yabancı et" erkekler oba'da eşit olarak yaşarlardı, eşitlikleri yaşamla ilgili idi ve her an öldürülebilirdi b.a.) .. Bu tutsak "hayvanlar"ın, topluluğun bekar (yazar, ana-yanlı o yapıda evlilik diye bir kavramın ve evliliğin olmadığını, unutmuş.b.a.) kadınlarıyla çiftleşmesine izin verilmek şöyle dursun, bu yönde destekleniyorlardı bile. ... Metraux'un... bu araştırmacının söylediğine göre, savaş alanından.. dönüşte tutsaklar, yolda herhangi bir kadınla karşılaşırlarsa, -sana yiyecek olarak ben gelmekteyim- diye haykırırlardı. .. buradaki "yiyecek" sözcüğü .. hem yeme hem de çiftleşme eylemlerini anlatan ilkel deyimin içerdiği çifte anlama gelecektir." (A.g.y.sy.4-16 alıntı A.Lang kuttören ve din c.1)

Alıntıdan anlaşıldığı gibi, topluluğun temel ikili kuralı yeme ve cinsel ilişki yasağıdır. Bu kurallar sayesinde birbirlerini öldürme gereği duymayan, birbirlerine karşı cinsel etkinlik ve sahiplik çatışması yaşamayan, böylece toplulukta yetişen ergin erkekleri bir rakip olarak görmeyip, kendi bilgi ve becerilerini aktaracağı, gelecekteki yeni yaşam ortakları olarak gören bir grup erkek ve kadınlar topluluğunun tek özelliği güvenli bir ortam olamaz. Bu kurallara uymayanlar topluluk dışına atılıyordu. Kuralları hangi mantıkla çiğneyebilirdi? Topluluktan birini yemesi, çifleşmesi için tek gerekçe, bir şeye tek başına sahip olma isteği veya zorunluluğu olabilir. Bireyin her şeyi topluluğa aittir. Aynı zamanda birey, toplulukta var olan her şeyin zaten sahibidir. En önemli ayrıntı ise, sahip olduğu her hangi bir özel şeyin (giysi, alet, vs.) kalıcı olmamasıdır.yani bir yere aktarıp, biriktirilme olasılığı yok. Her şey sürekli topluluğun mülkiyetinde kalıyor. Gerekli olduğu sürece ve gerekli olduğu koşullarda kişi o şeyleri elinde tutabilir, ve bu kararı topluluk verir. İlerde göreceğimiz gibi mülkiyetin devredilebileceği tek varlık olan bir sonraki erkek veya kadın (çocuk) kesinlikle topluluğun ortak sahipliğinde ve topluluktaki tüm kadınlar ve erkekler onun ebeveyni, günümüz terimiyle onu yaratan, kollayan, yetiştirendir, yani anasıdır.
“M. Gluckman, Afrikalı Barotse’lerde, ananın erkek kardeşinin, “ablasının kümesinin üyesi olduğunu ve “erkek ana” diye anıldığını” yazıyor…Bunu şu olayla anlatıyor. ”..izinden zamanında dönmeyen Barotse’li bir asker hakkında ordunun soruşturma açtığını ..söyledi. Askerin özrü, izindeyken annesinin ölmüş olmasıydı…Bölge komiseri, askerin annesinin değil, annesinin erkek kardeşinin öldüğünün anlaşıldığını söylüyor. (yani suçluyor b.a.)..Barotse yerlilerinin analarının erkek kardeşine ..kısaca “anam” dediklerini açıkladım…bölge komiseri orduya şöyle ..yazdı. “..askere sorunuz, annesi erkekmiymiş, kadın mı. Eğer annesinin kadın olduğunu söylerse yalan söylüyor…annesinin erkek olduğunu söylerse doğruyu söylüyordur.” .(a.g.e. c.1 sy.222-24 alıntı M. Gluckman. Custom and conflıct in Africa sy. 62)

Kısaca mülkiyetin bireyin soyu üzerinde sürekliliği ve birikimi olanaksız, bu anlamda üretim araçları (insan da dahil) ve üretimin özelleşip, bir yerde birikip, sürekliliğini sağlayacak koşullar yok. Bireyler, artık bedenleri ve bedenlerinin ürettikleri ilkel doğa işleyişinin dışında bir tanımla belirleniyordu. Bu tanım, ait oldukları karındaş, ortaklaşmacı ana-soylu oba idi. Birey, bu ortak mülklerine (kendi bedenide dahil) tek başına müdahale edemediği gibi, kendi dışındaki herhangi bir (canlı-cansız) nesneye de müdahalede bulunamazdı. İnsanları bir arada tutan bu sıkı birlik, her ne kadar (tabu) kurallarla açımlansa da temelindeki olgu; bir mülkiyet biçimi ile anlamlanır.

Günümüzdeki mülkiyet kavramını ilkel dönemlerde aramak ve ona göre açımlamalarda bulunmak gibi bir işgüzarlık yapmayacağız, ama (ilkel biçimleri de dahil ) toplumsal örgütlenmelerin tümü bir mülkiyet temelinde oluşmuştur. Sürü; ilkel bir örgütlenme olsa da, bir mülkiyet biçimine denk düşer. Sürüde; toplumsal mülkiyet ile özel mülkiyetin nüveleri beraberce mevcuttur. Ortak avlanırken beceri ve güçlerini ortaklaştırırlar, dışa karşı ortak tepki verirler, ama paylaşımda bireyselleşir ve şiddeti ön plana çıkarırlar. Elbette ki, tüm bunlar günümüzde netleşmiş mülkiyet biçimlerini tam anlamı ile içermese de, günümüzdeki mülkiyet çatışmasının birer nüveleri olduğu ve karşıt iki mülkiyet biçiminin bu nüvelerden geliştiği bir gerçekliktir.

Bir canlının, varlığına ve varlığının yarattığı her şeye sahip olması günümüzdeki özel-mülkiyet kavramını açıklamaya yetmez. Mülkiyet; üretim-Paylaşım-sahiplenme ilişkileri içersinde anlamlanır ve ayrışır. Bireyin tekil işlevi özel-mülkiyet gibi adlandırılsa da, bu tanım ancak üretim içersinde bir mülkiyet kavramına denk düşer. Sürü bir toplumsal örgütlenmenin ön aşaması olduğu kadar, mülkiyet(ler) örgütlenmesinin de ön aşamasıdır. İlkel-komünal yapı (Oba, klan) ise bunun iradi netleşmiş halidir. Elbette insanlar o dönemde mülkiyet kavramının anlamını bilince çıkarmış olarak, bu örgütlenmeyi yaratmadılar, sadece çatışmasız ve dayanışma içersinde bir arada olabilme arayışlarının ilkel de olsa vardığı nokta budur ve bu da bilimsel çözümlemeye tutulduğunda bir “mülkiyet” tanımını içerir. Süreç içersinde oba klan’a, klan aşiret’e devşirilirken toplumsal mülkiyet ile özel-mülkiyet çatışması da kendi gelişim seyri içinde idi. Her iki mülkiyet biçiminin netleşip, üretimde yerlerini alması ve kendi özgün karakterlerini oluşturmaları uzun tarihsel süreçlere yayılır. Sonuç olarak özel-mülkiyet bir sömürü aracı olarak sermaye ile, toplumsal mülkiyet ise özgür ve eşit yaşama aracı olarak emek ile anılmıştır.

Sürüdeki Ortak avlanma, bireysel egemenlik (nüvesel özel-mülkiyet) anlayışından dolayı paylaşımda bireysel güce göre sahiplenmeye (özel-mülkiyete) yansırken, ortak- mülkiyet temelinde örgütlenmiş,oba ile gerçek ortaklaşma, emeğin ortaklığı oluştuğundan paylaşımda toplumsallığa yansır. Ayrıca, emeğin ortaklaşması, bilgi ve becerilerin kuşaklara aktarımını, yani kalıcılığı ve gelişmeyi sağlamıştır.

İnsan toplulukları çok katı kurallarla oluşturdukları birliklerde (gens, oba), bu birliği oluşturan kuralları çiğneyemezdi. Topluluk içinde sonsuz bir özgürlüğe, gelişime açık, güvenli bir yaşam sürdürürken, yaşamını sadece kendisi değil diğer topluluk üyeleri de kollamak zorundaydı. Bireysel özgürlüğü, sadece topluluk üyelerine karşı şiddet ve bireysellik (bireyselliği özgür birey tanımıyla değil, mülkiyet tanımıyla ilişkili alıyoruz) anlamında yasaklıydı. "Vahşi" bir yaşam içersinde böylesi dayanışmalı ve çatışmasız yaşamı günümüz koşullarında anlamak! elbette olanaksızdır. Birey kendi beceri ve gücünü topluluğa aktarıp, topluluktaki her beceri ve güçten de gereksinimi kadar yararlanabiliyordu. Birey oba'ya ait, oba bireydi. Tüm bu açımlamalarımızı , İlkel-komünal veya ana-soylu olarak adlandırdığımız bir örgütlenmenin duygu ve kişilik yansımaları olarak ele almalıyız. Ana-soylu (ilkel-komünal) örgütlenme ise bir MÜLKİYET biçiminin nesnel koşullarda somutlanmasıdır. Yaratılan bu toplumsal mülkiyetin bir yasasını -örneğin çocuğun, tüm toplum tarafından sahiplenmesi gibi,- ortadan kaldırdığımızda bugün nasıl başardıklarını anlayamadığımız o güzel şeylerin, nasıl kokuştuğunu ve bu güne, yani bizlere nasıl benzeyeceğini görebiliriz.

İnsanlaşma; canlı varlığın devamını sağlayan üreme eyleminde taraflardan biri olan ve doğan canlı ile ilk ve bir süre ilişkide olan dişi türünün, doğa (ilkel) dışında bir ilişki biçimi buluşu ile başlamıştır. Bu buluş, ilk etapta bir grup arasında şiddetin yasaklanması, bireyselliğin yerine ortaklaşmanın, dayanışmanın geçirilmesidir. Böylece (vahşi) ilkel yaşamda insanlaşma başlamıştır. Süreç içersinde uygarlık hızla ilerlerken tarihin bir aşamasında özel-mülkiyet (sermaye)in egemenliği ile birlikte, bilgi ve teknik ilerleme hızlanmıştır ama insanlığın yaratıp, geliştirdiği uygarlık örselenmiş, yerine “sermaye uygarlığı” gelişmeye! başlamıştır. Aslında günümüz insan ilişkilerine bakarsak, bu gün içinde, o yabanıl döneme "modern, uygar" bir dönüş yaptığımızı görebiliriz. Yazımızın bir amacıda, bu geri dönüşün bir uygarlık süreci olmadığını ispatlamak ve asıl uygarlık sürecinin, o, ilk aşılan eşiğin ilkelerinin daha gelişkin biçimlerde toplumda egemen olması ile yaşanacağını ispatlamaktır.
 
Son düzenleme:
#5
Şu an söz ettiğin mülkiyet kavramı ve onun emek süreci olarak nitelediğin kavram aslında komünal değerlere tekabül etmektir yani üretim neylerin üretimi bu aslında dar ekonomik değil egemenlik kültürel cinsel ... bir sürü bağın genel üretiminden söz etmektesin.Ama bunu Marksizm ile bağdaştırman çok garibime gitti.Çünkü marksistlerr sınıf olarak niteledikleri direkt ekonomik ve o ekonomik yapıdaki üretim ilişkileri üzerinedir.Yani genel hiyerarşik yapılara direkt bir odaklanmazlar.SAadece emek sermaye odaklı bir içerikl vardır(ekonmik anlamda emek ve sermaye).Ne kadar gramsci ile birlikte hegemonya kavramından tutsunşlar veyat başka mücadelelere yanaşsınlar marksistlerin ekonomist bakş açısı olduğunu kimse ikar edemez.En azından bunu sscb örneğinde görmekteyiz.Burjuvaziyi yıktıktan snra müllkiyet hiyterarşik kurumların elindeydi ama onların odaklandıkları ücretli emek ve burjuvalar üzerineydi ve bu rejimi proleter diktası ilan ettiler.Bence markssistler ile leninistler arası farklar vardır ancak marksın devlet kavramıyla ilgi söyledikleri sözlerde bir sürü marksist franksiyonu doğurmuştur.(mesela konseykomünizmi dediğimiz marksist ideoloji komünalizme çok yakınken,stalinizm ile birbirine zıt yapılar bulunmaktadır)

Yani burada söz ettiğin üretim ve emek süreci benim söz ettiğim komüal değerler ile aslında tanımlar arası fark bulunmamakta benim düşüncem.

Özellikle doğanın nesnel koşullarının insanları komünal yaşamı bir şekilde geliştirmeye itmesi(bunu zorlama olarak nitelendiremeyiz) aslında bookchin in diyalektik doğalcılık felsefesine benzemektedir.
 
#6
hemen yanıt vermedim.. ikinci bölümü astıkdan sonra yanıtlamayı tercih ettim.. çünkü ikincisinde bilimsel-gözlemsel veriler vardı..

önce elevliyıldıza yanıt vereyim..

evet.. üreme ve beslenmebirbiri ile bağlantılıdır.. birleşik ele amlak da olabilir.. ben var olan kapitalist modernite "bilim-bilinç" nedeniyle böyle yapıyorum.. anlaşılsın diye..
zaten kelime olarak yeme ile üreme aynı kelimelerle ifade ediliyor.. alıntıda var.. hala argo olarak aynı tanımla kullanılır yerim seni yedim onu bir içim su vs. ama şimdi sadece erkek dili ile(burası farklılaşmıştır..) kullanılır..

elbette genlerdeki kayıtdan dolayı yeme-üreme yani canlı türün devamı kodlanmışlığı.. ama bu tüm canlı organizmalarda vardır.. bitkilerde bakteri ve mikroplarda bile..

çok anlattım burada da geçerlidir.. saksıda doğal domates yetiştirirken ilk yaptığımda.. ağaç gibi olmuşlardı ama çiçek vermemişlerdi(çok az).. öğürendim.. belirli bir boya gelince sulamadım yada az suladım.. bazı filizleri kopardım.. hızla ve çokca çiçek verdiler.. yani.. aman öleceğiz olabildiğince tohum yaratalım güdüsüdür..
filizlerde kandırma diye bir şey vardır.. kökünün yanından hafif kanırtırsın.. ürker ve gelişmesini hızlandırır.. yine salatalık.. sağa-sola ip atar yani dolanıp tutan kolları vardır.. en yakına ip biraz uzağa kuru ağaç ve daha uzağa bitki koy.. ulaşabilirse bitkiye sarılmaya çalışır.. yapamaz sa ağaca en son ipe sarılır.. yani seçebiliyor..

sürü yaşamında sanırım bu güdü etkin oldu.. dayanışmanın ve özellikle bilgi-deneyim aktarımının faydalarını gördüler.. genlerden geçen bilgi-deneyim birikimi yerine dışardan ortak bilgi-deneyim birikiminin faydaları gibi..

yazımda ayrıntılı açıkladım.. yavru ile en uzu ilişkiyi sürdüren dişidir.. yine genelde hayvanlar aleminde dişiler arası çatışma hemen hemen olmaz dayanışma yüksektir.. ama erkekler arasında yaşanır.. yavruya aktarılan bilgi-deneyim birikimi daha net ve işlevsel birikim oluyor..

boşuna demiyoruz.. içimizdeki erk-ek'i öldürmeliyiz..

alevliyıldız konuya katılım yapar hatta sorgularsan sevinirim..
 
Son düzenleme:
#7
Yani burada söz ettiğin üretim ve emek süreci benim söz ettiğim komüal değerler ile aslında tanımlar arası fark bulunmamakta benim düşüncem.
elbette.. marksist litaratürdeki içeriklerle aynı değildir.. çok farklıdır.. ama bu tanımları kullanmasam anlatamam.. aslında tanımlarda hata yok.. verilen içeriklerde hata var..
 
#8
"zaten kelime olarak yeme ile üreme aynı kelimelerle ifade ediliyor.. alıntıda var.. hala argo olarak aynı tanımla kullanılır yerim seni yedim onu bir içim su vs. ama şimdi sadece erkek dili ile(burası farklılaşmıştır..) kullanılır..

alevliyıldız konuya katılım yapar hatta sorgularsan sevinirim.."


katkı sunmaya çalışırım. yalnız şu aralar zaman sıkıntım var.

ancak yeme ile üreme aynı kelimelerle ifade edilmez. argodaki "yeme" bunu göstermez. etimolojiye ilgim var ve bu yönde bir işaret olduğunu görmedim.
 
#9
"zaten kelime olarak yeme ile üreme aynı kelimelerle ifade ediliyor.. alıntıda var.. hala argo olarak aynı tanımla kullanılır yerim seni yedim onu bir içim su vs. ama şimdi sadece erkek dili ile(burası farklılaşmıştır..) kullanılır..

alevliyıldız konuya katılım yapar hatta sorgularsan sevinirim.."

katkı sunmaya çalışırım. yalnız şu aralar zaman sıkıntım var.

ancak yeme ile üreme aynı kelimelerle ifade edilmez. argodaki "yeme" bunu göstermez. etimolojiye ilgim var ve bu yönde bir işaret olduğunu görmedim.
hayır.. var.. çalışmamda bu konuda antropoloğlardan ve misyonerlerden alıntılar var.. özellikle afrika toplumlarında yaygın..
elbette argoda var diye delil olmaz ama argo deyimlerin kökenlerinde bağlantılı toplumsal yaşam söylemleri ve kavramları vardır..

‘’Öz ananı, Öz kız kardeşini, Öz domuzlarını, Toplayıp yığdığın kendi öz köklerini Yemeyesin.
Başkalarının anasını, Başkalarının kız kardeşlerini, Başkalarının domuzlarını,
Başkalarının toplayıp yığdığı kökleri, Yiyesin"
(E. Reed kadının evrimi sy.278 alıntı M. Mead )
bu arapeş tekerlemesinde cinsel ilişki kelimesi var mı? yok.. ama yeme olarak bahsettiği aynı zamanda cinsel ilişki anlamındadır.. alıntı yaptığım bölümde bu açıklamalı anlatılıyor.. kelimesi de yazılı.. kitapdan bulursun..
 
#10
Geçen bir anarko kapitalist ile tartışırken bu konu hakkında konuştuk.Hayvanların davranışlarının özel mülkiyete yatkınlık olduğunu yani primitif bir özel mülkiyet olduğunu söylüyordu.Doğal topumu da bu şekilde görüyordu yani mülk için birbirini öldüren insanlar.Yani toplumu özel mülk için oluşmuş bir yapı olarak görüyordu.Çatalhöyük kazılarıyla ortaya çıkan eşitlikçi yaşam vs.. hakkında araştırmalarda çok fazla bilgiye sahip değilim.Neden insanların toplumlar oluşturduklarını ve komünal olarak yaşadıklarını düşünüyorum.Eğer gerçekten davranış olarak özel mülkiyete yatkınlarsa nasıl komünal yapılar oluşturabilirler.Tamam toplumlar oluşmadan önce şiddet ve bireycilik vardı ama toplumla bu nasıl aşıldı
Suat yoldaş cevaplarsa sevinirim :D
 
#11
Geçen bir anarko kapitalist ile tartışırken bu konu hakkında konuştuk.Hayvanların davranışlarının özel mülkiyete yatkınlık olduğunu yani primitif bir özel mülkiyet olduğunu söylüyordu.Doğal topumu da bu şekilde görüyordu yani mülk için birbirini öldüren insanlar.Yani toplumu özel mülk için oluşmuş bir yapı olarak görüyordu.Çatalhöyük kazılarıyla ortaya çıkan eşitlikçi yaşam vs.. hakkında araştırmalarda çok fazla bilgiye sahip değilim.Neden insanların toplumlar oluşturduklarını ve komünal olarak yaşadıklarını düşünüyorum.Eğer gerçekten davranış olarak özel mülkiyete yatkınlarsa nasıl komünal yapılar oluşturabilirler.Tamam toplumlar oluşmadan önce şiddet ve bireycilik vardı ama toplumla bu nasıl aşıldı
Suat yoldaş cevaplarsa sevinirim :D

gecenin bir vakti oldu.. kısa yanıt vereyim ayrıca açarım..

özel mülkiyet..
bunu günümüz üzerinden tanımlarsak.. başka.. marksa göre tanımlarsak başka., komünal topluma göre tanımlarsak başka içerikler taşır..

sürü yaşamı bana göre özel mülkiyet içermez.. örneğin.. belirli bir yaşam alanı hakimiyeti sürünün bütünü için hak sahipliğidir.. sürünün içinden bir üyenin değil..

görillerin toplumsal yaşamı ilginçtir.. sürü ile komünal yaşam ve mülkiyetçi aile yaşamı biçimlerinin özelliklerinin karması bir geçiş biçim örneğidir..

goriller çekirdek aile olarak kabile yaşamına sahiptirler.. yani konfederasyondur.. doğasal insan ırkçı bilimi buna sürü yaşamı der ama değildir.. sürü yaşamında çekirdek aile yoktur.. hepsi bireydir.. sadece ana(doğuran) ile doğan(yavru) arasında geçici bir ortaklık vardır.. bazı sürülerde(tekil yaşam olduğu halde) yavrular ortak mülkiyettir.. ergenleşince tekil özne olarak sürüde yer alırlar..
örneğin ana sürüden atılır ama yavru kalır..

asıl sorun şu..
.Eğer gerçekten davranış olarak özel mülkiyete yatkınlarsa nasıl komünal yapılar oluşturabilirler.Tamam toplumlar oluşmadan önce şiddet ve bireycilik vardı ama toplumla bu nasıl aşıldı
ama .. ön bilgi olsun diye açıklama yaptım..yani.. özel mülkiyet yoktu.. günümüz tanımı ile yoktu.. senin söylemin ile.. şiddet ve bireycilik vardı..
ben.. özel mülkiyet üzerinden toplumsal mülkiyeti tanımlamıyorum.. çünkü.. çalışmamda öğrendim ki.. toplumsal mülkiyeti bir çeşit özel mülkiyet olarak algılamışız ama farkında olmamışız.. yani.. ekonomizm olarak bakmışız.. üretim araçları üzerindeki mülkiyeti devlete(topluma denmiş olunuyor)., yada bir toplumsal yönetsel temsiliyete devretmişiz.. yani.. halka açık anonim şirketler gibi..

oysa.. üretim aracı üzerindeki özel mülkiyet sorun değilmiş.. yaşamsal faliyetler sırasında kürek kimin çapa kimin önemli değil.. ortak faliyet sonucu üretilen kimin bu önemlidir..
benim kaşığımla bal topladığımda kaşık benim diye bal benim olmuyor.. kovan zaten benim değil arının.. o balın sahibi olmamakla özel mülkiyet olmuyor..


ailede sofrada önce büyükler yer.. iyisini yer.. sonra alt büyükler ve çocuklar ayrıca kalanı yer.. yada misafir önceliklidir.. onu da itibara göre sıralarız..
aslında bu da bir çeşit özel mülkiyetçiliktir.. ortada ne üretim aracı n emeta var.. ama özel mülkiyet var..
bizim evde.. en iyisini önce çocuklar yer.. sonra yaşlılar en son ergenler.. misafir zafını henüz aşamadık.. :D

çalışmamı hızlı okudun galiba.. orada ayrıntılar var.. çalışmamaı daha düzenleyemedim.. 1995 yıllarının bilinçsel eksikliklerinin etkileri var..
komünal yaşam örgütlenmesinin en önemli özelliği kendin için birey olmaktan çıkmadır.. topluluğu katıldığın grup olarak değil., senin bütün halin olarak görmek.. mantık bu..

onu için.. önce insan diyoruz önce zihniyet.. sonra ekonomi... :D
 
#12
Aslında ben şu doğa ile toplum meselesini şöyle ifade ediyorum : Doğa bir komünalite olarak tüm canlı cansız her türlü varlığı bir özne olarak görmekte.Ve bir süreç olarak doğa (yani doğa durgun canlı cansızlar birliği olarak görmektense bir süreç olarak görmek en mantıklısıdr ) her türlü varlığın özne olabilme mücadelesini içerir.Özne olabilme yani hayatta kalabilme ,devamlılığını sağlayabilme,ve diğer canlı cansız öğelerle ilişki içerisinde olabilme.Bu bakımdan her canlının birbiriyle girdiği mücadeleyi ve doğal seçilimi ,özneliğin devamlılığını sağlama olarak nitelendiriyorum.

Şimdi hayvanlarla ilgili kısıma gelirsek.Hayvanların şiddet ve bireysel verdikleri tavırlar bizzat özn elliğin devamlılıpğı için değil midir ?? yani doğa komünalitesi her canlı cansız her varlık için bir görev vermiş.Bu görev özneliğin devamı.Katılımcı doğa ya özne olacaksın ya da yok olup gideceksin başka çözüm yok.Bu yüzden hayvanlar arası verilen güçlü güçsüz arası şiddet olayları direk olarak komünalite ile bağlantılıdır ve özne olmayla ilgilidir.Zaten doğa içinden insanlar hariç herhangi bir tahakkümcü kurumun çıkmamasının nedeni de doğa her zaman her varlığa özne olma hakkı tanımıştır.Özne olabilmek için mücadele etmeleri gerektiğini emretmektedir.Bu bakımdan şiddet ve bireycilik zihniyeti aslında ne özel mülkiyetçiliktir ne de hiyerarşi direk olarak komünalitenin bir kurumudur.

Hayvanlar arası görülen topluluklarda, hayvanların özneliklerini korumalarıyla doğrudan bağlantılıdır.Kendi türsel devamlılıklarını sağlamak amacıyla kurdukları topluluklarda hala şiddet ve bireycilik bulunmasının nedeni ise kendilerini doğadan çok fazla soyutlayamamış olmalarıdır.Yani güçlü olan bir bireyin güçsüz olan üzerinde kurduğu şiddet eğilimi aslında doğa komünalitesinin devamı niteliğindedir ve bu bakımdan topluluklar bunu aşamamışlardır.

Ama taa ki insanoğlunu kendi topluluklarında doğa komünalitesini aşana kadar.Topluluk içinde özne olma ,doğa içerisinde özne olmaktan daha önemli hale geldiği anda yani topluluklar artık birer YENİ DOĞA veyat Bookchinin tanımlayamasıyla İKİNCİ DOĞA oldukları anda doğa kurallarından kendilerini ayırmışlardır.Artık toplum içinde özne olmadığın zaman devamlılığın bir anlamı yoktur.Toplumların oluşumu da topluluklarda git gide gelişen ortaklaşma kültürünün devamı olduğu için her insan özne ortaklaşma kültürünün bir parçası gelmek için çalışmaya başladı.Yani eskisi gibi şiiddet algısıyla güçlü çıkabilmek,toplum komünalitesinde anlamsızdı.Artık önemli olan toplum komünalitesinde brer özne olmaktı.Yani yeni bir özne mücadelesi gelişecekti


Özel mülkiyet ve hiyerarşi konusuna gelirsekte, özne olma mücadelesinin kontrolden çıkmasıyla oluştuklarını düşünmekteyim ben.Yani kanser hücrelerinin büyüme kontrol noktaları eksiktir yha.Onun gibi yani.Mücadelenin kontrol noktalarındaki bozukluklar veyat eksiklikler bazı öznelerin diğer özneler üzerinde tahakküm ilişkisi geliştirmesine neden olmuş olabilir.Buda yeni bir özne nesne ayrımı oluşturmaktaydı.Hiyerarşini üst kademesi birer özne iken diğerleri ise birer nesne haline geldiler ve toplumsal yaşamın örgütlülüğünde birer köle oldular.
Bu o kadar büyük bir illetti ki bugün doğa komünalitesine verdiği zararı da şimdi daha iyi anlıyoruz.Doğa daki diğer özneleri de sararak birer nesne haline getirmeye çalışmakta.Hatta toplum içerisinde olmadıkları için direk imha operasyonlarına bile başladılar.

Yani bir bakıma sınıflı toplumun değerlerinden beslenen sosyal bilimcilere nazaran, doğanın ve toplumun yapısında özel mülkiyetten ziyade komünalite ve ortak mülkiyet yatmakta.Hatta ve jhatta özel müllkiyet ve hiyerarşi dediğimiz şey ,insanlığın yaşamındaki en büyük tehlike bir tümör durumunda bugün
 
#13
çalışmanın devamı...

2. BÖLÜM: ORTAK - MÜLKİYETİN VE KURUMU ORTAKLAŞMACI ANA-SOYLU OBA’NIN BAĞRINDA BİR KANSER OLAN ÖZEL - MÜLKİYETİN (SERMAYENİN) VE KURUMUNUN (AİLE) KÖKENİ
GİRİŞ
İnsanlık tarihinde ilk adım olan oba ortaklaşmacılığı (ortak-mülkiyet), kendini ve insanlığı yok oluşa sürükleyecek bir mülkiyet ve üretim biçiminin, bağrında gelişmesine nasıl izin vermiştir? Marksizm bu soruyu; "nesnel koşulların gelişiminin zorunlu sonucu" açımlaması ile yanıtlamıştır. Diğer bir değişle; üretici güçlerin gelişmesi ve artık-ürün'ün oluşması ile özel mülkiyet gelişmiştir. Marksizm, bu soruyu yanıtlamaktan daha çok, gelişen yeni mülkiyet biçiminin içsel yasalarını incelemiş ve formüle etmiştir. Marksizmin, özel-mülkiyet öncesi ilkel ortak-mülkiyet toplum yapısı ile ilgili ortaya koyduğu formülasyon günümüzde bir çok yanı ile yetersiz kalmaktadır. Aslında Engels, mülkiyet çatışmasına gereken önemi veriyor ve tüm toplum örgütlenmelerini bu egemenlik çatışmasına bağlıyorken , özel-mülkiyet öncesi örgütlenmeleri ve özellikle geçiş (çatışma) dönemi örgütlenmelerini günümüz kavramları ve biçimleri temelinde ele almakla yanılgıların kalıcılaşmasına neden oluyor. (bkz. Ailenin özel-mülkiyetin devletin kökeni) Burada bir noktayı tekrar belirtelim. Özel-mülkiyetin olgunlaştığı, yani sermaye niteliğine erdiği dönemdeki aile ile oluşum sürecindeki aile ve hatta daha önceki ortaklaşmacı yapılardaki ilişkiler birbirine karıştırılmamalıdır. Aile;ancak özel-mülkiyet ile şimdiki tanımına denk düşer ve yeşermeye başladığı dönemlerdeki "aile", "akrabalık" ilişkileri incelendiğinde bir geçiş döneminin yapılaşmaları olduğu belirgin bir biçimde görülür. Ayrıca aile bir toplumsal örgütlenmedir ve bir (özel-mülkiyet) mülkiyet biçimine göre oluşur. Ailenin gelişimi, özel-mülkiyetin gelişimi ile bağıntılıdır.

Özel-mülkiyet öncesi oluşumları aile olarak tanımladığımızda, ailenin, özel-mülkiyete temel olduğunu söylemek ve mülkiyet biçimlerini toplumsal örgütlenmelere göre açıklamak zorunda kalırız. Yok eğer özel-mülkiyet ailenin oluşmasına temel olmuşsa, o zaman özel-mülkiyet öncesi başlayan ilişkileri aile olarak tanımlamamak gerekir, ki doğru olan da buydu. Nesnel koşulların gelişim süreci, bağrında her türlü mülkiyet ve toplumsal örgütlenme biçimlerini taşır. Bu noktada irade (egemenlik) bu biçimlerden birini etkin kılar, işte iktidar çatışması da bu alanların tümünün o iradeye göre biçimlendirilmesi olayıdır.

Nesnel koşullar temeldir, nesnel koşulların temelinde yaratılan toplumsal yapılar ise bir iradenin eseridir, bu iradenin temelinde iktidar çatışması yatar, iktidar çatışması asıl olarak mülkiyet çatışmasıdır ve yine her çatışma gibi tarafların kendi içlerindeki çatışmalarla bir bütünlükte gelişir. Toplumsal yapıları ve karakterlerini belirleyen, mülkiyet çatışmasının ağırlık yönleridir, ama asıl nitelik, iktidar (egemen) olan mülkiyet temelinde belirginleşir.

İlkel komünal (ortaklaşmacı) toplum olarak tanımlanan ana-soylu (oba-klan) yapı, mülkiyet temelinde ilk toplumsal örgütlenmedir. Bir üretim aracı, temel üretim aracı olan insanın ve doğadaki etkinliğinin (üretim) ortak mülkiyet olduğu bir toplumsal örgütlenmedir. Yasalar (tabular) daha dikkatli incelendiğinde bir mülkiyet biçimini net olarak görebiliriz. Bireyler arasındaki ilişkiler bu mülkiyet temelinde oluşmuş bir örgütlenmenin yansımasıdır. Morgan, bu ilişkileri "aile" ve "akrabalık" olarak yanlış tanımlamış, aynı yanılgı Marksizm'de devam etmiştir. Oysa bu yasalar ve ilişkiler sadece bir örgütlenme değil bir mülkiyet biçiminin toplumsal örgütlenmeye hukuk ve yapı olarak yansımasıdır. Örgütlenme, bir mülkiyet temelinde oba, klan yapısıdır. Tüm Üretim araçları ve ürettikleri topluluğa aitdir. Bireyin üretimi olan insan yavrusu tüm topluluğun ortak sahipliğindedir. yaşam hakları da ortak mülkiyetti. Kan gütme nasıl ortak bir tavırsa, kan bedeli de oba’dan her hangi biri öldürülünce ödenmiş olarak kabul görüyordu. Böylesi davranış biçimleri, elbette ki bir mülkiyet tarzının kurum, yasa ve ilişkilerinin yarattığı bir karakterin ifadesidir. Ortak üretim ve ortak sahiplenme, paylaşım bir ilişkidir. Yeme, çiftleşme ve öldürme yasağı ise, bu ilişkilerin birer hukuksal temel yasasıdır. Tüm bunların bütünü olan “oba” bir mülkiyet örgütlenmesidir. Buna ortaklaşmacı-"aile" veya ilkel-komünal-“aile” deniliyor. Eğer buna "aile" deniliyorsa, özel-mülkiyet aile biçimi daha başka bir tanım ile açıklanmalıdır. Kısaca ilk toplumsal örgütlenme bir mülkiyet biçimi temelinde olmuştur ve buna ana-soylu yapı yada başka bir şey diyebiliriz.

Bu ayrımları netleştirdiğimizde nesnel koşulların "zorunluluğunu" daha iyi açımlarız. İlk mülkiyet biçimi ve ilk örgütlenme, diğer bir değişle insanlaşma, ilkel komünal toplum ve ana-soylu yapı ile başlıyor ve gelişme sağlanıyorsa, nesnel koşullar neden ve hangi etkenlerle özel-mülkiyeti zorunlu kıldı? Tam altı milyon yıl ortaklaşmacı mülkiyet altında ilerleyen insanlık; tüm deneyim ve birikimlerinin olgunlaştığı aşamada sürecin egemenliğini bir başka mülkiyete terk etmek "zorunda" kalmışsa bunu "nesnel koşullar" diye açıklamak altı bin yıl'dır süregelen özel mülkiyet egemenliğinin kalıcılığını kabullenmek anlamına gelir. Diğer bir değişle nesnel koşullara iradi zorlamaların yapılmaması gerektiğini söyleyenleri onaylamalıyız.

Özel-mülkiyetin ortaya çıkışını, ona zemin yaratan koşulları irdeleyerek netleştireceğiz. Elbette nesnel koşulları ve aynı şekilde toplumsal üretim koşullarını, üretim koşulları altında toplumsal örgütlenmenin biçimlerini, yaratılan her ilişkinin gelişim yönlerini, vs. bir bütünlükte ele alarak bunu başarabiliriz. Toplumsal gelişim, determinist ağırlıkta bir evrimleşme izler, ama nitelik değişimlerin temelinde yatan etken volantirist (iradi) egemenlik çatışmasıdır ve toplumsal yapıyı da son tahlilde bu çatışmanın sonuçları belirler. Nesnel koşullar (determinizm) bir labaratuar ise, deneyler ve sonuçları bir iradenin eseridir. Kısaca tüm bu etkenleri birer veri olarak ele alıp, toplumsal yapıları bir mülkiyet biçiminin iradi olarak yaratılması, (iktidar çatışması) temelinde ele alacağız.
 
#14
Zaten mülkiyetin temeline özel mülkiyeti ve rekabeti koymak en büyük propagandadır diye düşünmekteyim.Kendilerini doğrulayacaklar ya.Doğa da belli bir komünalite var ve aynı şekilde ikinci doğa da yani toplum da da bir komünalite var.Toplum bir evrimsel süreç olarak faaliyetlerini gerçekleştiriyor bunu da ortak mülkiyet ve ortaklaşma üzerinden yapıyor.Toplumda ahlakı,ortaklaşma kültürü.Toplum politikası da,ortak karar alma mekanizması.Yani ahlaki ve politik toplum ortak mülkiyet kültürü ile oluşmakta diyebiliriz.
Peki özel mülkiyet sorunu nereden doğmakta? benim düşüncem toplum komünalitesinin kendini geliştiremediği yönündedir.toplum komünalitesinin temel sivil alanları genelde ana kültürünün yoğunlaştığı yerler iken.Ortaya çıkan savaşlar vb.. sorunlar erkeğin sivil alanını toplum nezdinde yükselmesine neden olmuş olabilir.Yani işbölümü çerçevesinde erkeğin sivil alanının toplumda özel bir önem kazanması illa da hiyerarşi olluşturacak değil ,fakat demek ki bu alanın toplum komünalitesi açısından çok büyük sıkıntılar içermekte.
Yani klanlar arasında savaş ve rekabet gibi olaylar nasıldı?? bunları açıklarsan sevinirim suat yoldaş.Çünkü merak ettiğim konu demek ki bu alanlar toplumların en eksik kaldığı noktalardı.Klanlar arası rekabet ve klanın kendini koruma ilişkisi nasıldı?? bunu da açıklarsan sevinirim :D
 
#15
Zaten mülkiyetin temeline özel mülkiyeti ve rekabeti koymak en büyük propagandadır diye düşünmekteyim.Kendilerini doğrulayacaklar ya.Doğa da belli bir komünalite var ve aynı şekilde ikinci doğa da yani toplum da da bir komünalite var.Toplum bir evrimsel süreç olarak faaliyetlerini gerçekleştiriyor bunu da ortak mülkiyet ve ortaklaşma üzerinden yapıyor.Toplumda ahlakı,ortaklaşma kültürü.Toplum politikası da,ortak karar alma mekanizması.Yani ahlaki ve politik toplum ortak mülkiyet kültürü ile oluşmakta diyebiliriz.
Peki özel mülkiyet sorunu nereden doğmakta? benim düşüncem toplum komünalitesinin kendini geliştiremediği yönündedir.toplum komünalitesinin temel sivil alanları genelde ana kültürünün yoğunlaştığı yerler iken.Ortaya çıkan savaşlar vb.. sorunlar erkeğin sivil alanını toplum nezdinde yükselmesine neden olmuş olabilir.Yani işbölümü çerçevesinde erkeğin sivil alanının toplumda özel bir önem kazanması illa da hiyerarşi olluşturacak değil ,fakat demek ki bu alanın toplum komünalitesi açısından çok büyük sıkıntılar içermekte.
Yani klanlar arasında savaş ve rekabet gibi olaylar nasıldı?? bunları açıklarsan sevinirim suat yoldaş.Çünkü merak ettiğim konu demek ki bu alanlar toplumların en eksik kaldığı noktalardı.Klanlar arası rekabet ve klanın kendini koruma ilişkisi nasıldı?? bunu da açıklarsan sevinirim :D
bana göre.. toplumsal bilinç sillinmesi yada bilincin formatlanması diyeyim.. bu olmadan., hegomanya yani iktidar birikimi işletilemez.. bireyler üzerinde yaratılan bu formatlama tek başına bir şey ifade etmez.. öyle olmalı ki.. toplumun bütününü belirleyecek bir sonuç yaratmalıdır.. yani bilince aktarılan bilgi olan algısal işleyişi etkilemelidir..


konuşma.. insanlar arası ilişkilerde diğer canlılara göre müthiş bir gelişme büyüklük beceri vs. vs. kabül edilir.. oysa bu kadar ayrıntıyı gerektiren yaşamın karmaşıklığı da değildir.. toplumsal bilinç üzerinde çok oynanmış olmasındandır..

zaten.. dil yalan söyler ama gözler asla denir.. yani aslolan vucud dilidir..
demem o ki.. tanımlar ve kavramlar didik didik edilmelidir..
ben.. şu mülkiyet tanımınında sakıncalı olduğunu düşünüyorum.. özellikle yüklenilen içeriği anlamında..

komünal yaşamda insan hem kendi vucudunun sahibi hem de değildir.. bazı canlılar.. örneğin cırcır böceği., tırtıl.. kendini yok ederek yeni bir yaşamın yaratılmasına zemin olur..
hem yaratandır hem intihar eden.. o aşamaya kadar., kendi varlığının devamını başat sayar.. ama o aşamada bunun tersi bilinci işletir.. var olmak artık kendini yok ederek yeni bir yaşamın yolunu açmaktır.. aslında tırtıl., koza aşaması ve kozadan kelebek aşaması ve kelebeğin doğaya dönmesi ve kurtçuk-tırtıl olması bütünlük içerir..

buralardan bakmak gerekir.. yoksa mülkiyetçi sistemin sokma(format) aklı ile bakarız..
........................

Yani klanlar arasında savaş ve rekabet gibi olaylar nasıldı?? bunları açıklarsan sevinirim suat yoldaş.Çünkü merak ettiğim konu demek ki bu alanlar toplumların en eksik kaldığı noktalardı.Klanlar arası rekabet ve klanın kendini koruma ilişkisi nasıldı?? bunu da açıklarsan sevinirim.
devam edeceğim.. devamında var.. ama belirteyim.. astığım yazılar., 1995-98 arasında yazılmış daha düzenlenmemiş olanlardır.. gerek içeriksel gerek dil ve cümleler içindeki tanım kavram vs. konusunda zaaflıdır.. yani., şimdiki bilincime denk değildir..
 
#16
1- OBA/KLAN’IN GENİŞLEYİP, BÖLÜNMESİ VE ANA-SOYLU KABİLE BİRLİĞİ

Ortaklaşmacı ana-soylu oba/klan birliği sayesinde insanlaşan ve hızla gelişip, çoğalan bu topluluklar, daha sonra çoğalmalar, ve yeni yaşam alanlarına dağılmalar sonucu kendi aralarındaki bağları sağlayan kuralları bozmadan bölünmüşlerdi.

Her küme; ortak bir dişi atanın tanımlaması altında çeşitli simgelerle tanımlanıyordu. Örneğin bir küme, ayı soyundan geliyorsa, diğer bir küme yıldırım, ateş, su vs. olabiliyordu. Tümünü tanımlayan, ortak bir dişi ataydı. Bu karındaş obalardan oluşan, ortak simge temelindeki birlikleri ana-soylu kabile olarak tanımlıyorum.

Bir ana-soylu kabile genelde 3’er, 6’şar, 12’şerli obaların birleşiminden oluşuyordu. Aralarında ki yeme ve cinsel ilişkiye girme yasağı devam ediyordu ama ortak üretimleri parçalanmıştı. Asıl ve kalıcı olan oba ortak mülkiyeti idi ve bu ana-yanlı oba ortak mülkiyetleri kendi yapılarının dışında ayrıca bir kaç obadan oluşan kabile'nin ortak mülkiyetine de katılıyorlardı. Ama kabile ortak mülkiyeti ile oba'nın ortak mülkiyeti ayrıydı. Oba-gens ortak mülkiyeti kabile birliklerine aynen yansıtılamamıştır. Oba bir ortak mülkiyet iken, kabile içersinde bir anlamda ‘özel mülkiyet’ gibi duruyordu. Otlaklar, her bir oba'nın (ortak) insan gücü, becerisi Kabilenin ortak mülkiyeti sayılırdı. Oba ortak mülkiyeti ile kabile ortak mülkiyeti arasında bir ayrım yok gibi görünse de en önemli ayrımı şöyle ifade edebiliriz. Oba; bireylerin ortaklaşması ile, kabile ise bu ayrı ortaklaşmaların bir araya gelmesi ile oluşur. Birey, her şeyi ile oba birliğine bağlıdır ama obanın bireyi, kabile birliğine dolaylı, yani obası yoluyla bağlıdır. Oba'nın üretim araçları ve üretimleri oba ortak mülkiyetindedir, ama kabile mülkiyetine ait değildir. Yine ortak-mülkiyetin temel üretimi olan çocuk, tüm varlığı ile kabilenin sorumluluğunda değil, kabile içersindeki oba’nın sorumluluğundadır. Ana-soylu Kabile, ortaklaşmacı ana-yanlı obaların ekonomik temelli kurumsal değil hukuksal bir birliğidir. Ortak kararların alındığı simgesel bir kurumdur. Bu simgesellik zamanla savaş, barış kararlarının alındığı iç çatışmaların çözümlendiği bir meclise kadar daralmıştır. Obaların birliği, başlangıcında olan mülkiyet biçimini temel alan bir tarzda kabile birliğine dönüştürülememiştir.

Ana-soylu Kabile birliği, ortak mülkiyet temellerine tam olarak oturtulmamış, kabile içersindeki bu (özel) oba ortak-mülkiyet birliği zamanla daralarak aile'ye zemin olmuştur. Oba'nın kabile'ye, kabile'nin aşiret'e genişleme sürecinde birliklerin yapısal bir bütünlükte (mülkiyet ve örgütsel anlamda) evrilemeyişi ile kabile birliğindeki köklü ortaklaşmacı oba yapısının giderek daralıp, özel-mülkiyet kurumu olan aileye dönüşmesi süreci ve ana-soylu kabile içinde oba ortak-mülkiyetinin giderek bağrında özel-mülkiyetin nüvelerini geliştirmesi bir bütünlükte ele alınmalıdır. Ekonomik gelişmenin mülkiyet temelinde sürekliliği ancak yine mülkiyet temelinde yeni kurum ve kuralların geliştirilmesiyle olanaklıdır. Bu süreç sağlıklı gelişmezse, çatışma ve çürüme kaçınılmazdır. Yukarıda açımladığımız, ortaklaşmacı kurum ve kurallarının bir mülkiyet biçiminin iradi olarak hayata geçirilmesidir gerçeğiyle yola çıkarsak, karındaş kümeyi (ortak-mülkiyeti) yıkabilen tek gücün yine aynı olgu (mülkiyet biçimi) olduğunu söyleyebiliriz.

"Ve gerçekte siyasal denilen bütün devrimler, birincisinden sonuncusuna kadar, mülkiyetin... ama belirli türden bir mülkiyetin korunması için yapılmış ve... gene bir başka türden mülkiyetin zoralımı, bir başka deyişle, çalınmasıyla tamamlanmıştır. ... özel mülkiyet ikibinbeşyüz yıldan beri, ancak mülkiyete saldırarak varlığını sürdürebilmiştir. (Engels. Ailenin, özel mülkiyetin ve devletin kökeni. sy. 138)

Yukarıda belirttiğimiz gibi, özel-mülkiyetin temellerinden biri; ana-soylu kabile (ortaklaşmasının) birliğinin içinde oba ortak mülkiyetinin bir çeşit özel-mülkiyet olarak kalıcılaşmasıdır. Bir sorun çözülürken, doğal olarak da bir başka soruna zemin yaratabilir, eğer bu giderilemezse diğer çözümlerle ortaya çıkan her gelişme bu sorunu sistemleştirir. Ana-yanlı obaların birliği olan ana-soylu kabilenin oluşumunda, gelişen ortak mülkiyetteki ilk çatlama giderilemeden, bu birlikler “diğerleri” diğer ana-soylu kabileler ile ilişkilenmeye çalışmışlardır. Bu ilişkilenme giderek çapraz-eşleşme ile yeni bir kabile birliğine dönüşmüş, ortak-mülkiyetteki bu çatlak daha da derinleşmiştir. Elbette bu sürece gelene kadar Oba içindedeki gelişmeler de etkili birer unsurdur. Şimdi bu gelişmeleri açımlayalım.


2- KAN ANLAŞMASI “YİYECEK TAKASI” İLK BARIŞ ANLAŞMASI
Ana-yanlı obaların birliği olan ana-soylu kabile kurumu ve hukuku, genişleyip, kümelere ayrılan toplulukları bir arada tutmayı sağlamışsa da yukarıda açıkladığım gibi ortak mülkiyette ilk çatlamayı da başlatmıştı.

İnsanlığın kurumsal olarak geldiği ana-soylu kabile aşamasında üretim, genelde, avcılık ve bitki toplayıcılık aşamasındaydı. Hayvan ehlileştirme, araç yapımı yeni gelişiyordu. Yerleşik yaşama tam olarak geçilmemiş olunsa da artık belirli bölgelerde kışlık ve yayla yaşam tarzı sürdürülüyordu. Bu anlamda her ana-soylu kabilenin yaşam alanları (toprakları) belirli sınırlarla netleşmiştir. Kabile düzeyinde genişleyen, belirli alanda etkin olabilen bu birliklerin, “diğerleri” yani insan kabul etmedikleri kabilelerle ilişkiler daha da sıklaşmış, ayrı ana-soylu kabileler arasında yaşam alanları ile ilişkin çatışmalar artmıştı.

Kabile içi cinsel ilişki yasak olduğundan, diğer kabilelerle süren bu ilişkilerin yanı sıra üretim ilişkilerinde de barışçıl bir çözüm bulma zorunluluğu ortaya çıkmıştı. İnsanlar bu anlamda bir takım denemelere girdiler. İlk denemeler, düşman oldukları diğer ana-soylu kabileler ile "kan" anlaşmasına girmekti.

Düşman iki kabile erkekleri birbirlerinin kanını içmek yada yiyeceklerini yemek yolu ile kardeş oluyordu. Artık tüm kadınlar diğer erkeklerin kız kardeşi, tüm erkeklerde diğer kadınların erkek kardeşi idi. Çiftleşme ve yeme yasağının devam etmesine karşın, anlaşan kabileler, kendilerine yasak olan yiyeceği diğer kabile için biriktirebiliyor ve karşılıklı takas yoluyla çatışmasız ilişkilerini sürdürüyorlardı. Bu tür ilişkiler yeme yasağını bir anlamda gevşetiyor, birbirlerini öldürmeden, düşmanlık duymadan tabu olan yiyecekler yenilebiliyordu. (“Kan”) yiyecek anlaşması güvenli bir ortam yaratırken çiftleşme yasağını da genişletiyor, ayrıca ana-soylu olmayan bu ilişkiler doğal nedenlerle de olsa da bir ölüm veya bir olumsuz olay meydana geldiğinde bozulabiliyordu. Daha net söylersek, mülkiyete dayalı olmayan hiçbir ilişki (örgütlenme) kalıcı olamazdı.

İçerden çiftleşme (“cinsel ilişki”) ve yeme yasağına dayanan, ama mülkiyet ortaklığı içermeyen bu tür birlikler (aslında ilk barış anlaşmalarıdır) yeterli olmayınca, İkili temel kural (tabu) olan yeme ve çiftleşme yasağı ayrıştırılarak yeni bir ilişkiler biçimi yaratılmıştır. Bu ayrıştırmanın uzun, sancılı ve birçok deneme ve düzenlemelerle başarıldığı bir gerçektir. "Kan" anlaşması, yasakların kalkması noktasında ilk denemedir. Ayrı iki ana-yanlı kabile arasında varılan barışçıl ilişki sonraları karşılıklı yiyecek (üretim) takası, birbirleri için yiyecek ayırmaya (üretim artırma) ya dönüşmüş, son vardığı evrede ise çiftleşme yasağı kaldırılarak önemli bir adım atılmış, ikili yasak birbirinden ayrıştırılmıştır.

İlk örgütlenme, (ortak-mülkiyet) oba yapısının, kabile birliği (ortak-mülkiyet'lerin ortaklığı) içersinde bir çeşit özel-mülkiyet olmasını açımlamış ve mülkiyette ilk ayrışma demiştik. Daha sonraki tüm birlikler de ortak-mülkiyet temelinden uzaklaştıkça bu ayrışma genişlemiş, mülkiyet, giderek daralmıştır. Ana-soylu Kabile birliğinden aşirete giden süreçte zorunlu olan ikili yasaktan, yiyecek ve çiftleşme (üreme) ayrışması büyük bir gelişme olmasına karşın, mülkiyet ayrışmasının giderilemeyip, oba içersinde net olarak daralmasından dolayı çapraz-eşleşme (küme eşleşmesi) tarzı da kabilenin tümünden kabile üyesi (oba) kümeye kadar daralmıştır. Zamanla, daralan oba süreci ve sürdürülen çapraz-eşleşme ilişkisi hem özel-mülkiyete, hem de örgütlenmesi olan aileye zemin olmuş, böylece iki mülkiyet biçiminin egemenlik savaşı başlamıştır

Yeni birlik denemeleri sonucu, yapılar genişlemiş ama her birliğin içersinde ayrı bir ortak-mülkiyet olarak kalan karındaş ve ortaklaşmacı Oba birliği giderek, bir ana ve (kız, erkek) çocuklara kadar daralmıştır.aynı gelişme süreci içinde oluşan çapraz-eşleşme de giderek dar obalar arası eşleşmeye kadar indirgeniyordu. Toplumsal yapıdaki bu gelişmeleri yani, yeni ilişkileri siyasal gelişme olarak adlandırırsak, siyasal gelişmelerdeki yetersizlikler ve eksiklikler doğal olarak da ekonomik temel yapı (ortak-mülkiyet) ve siyasal kurumu (oba) ile çatışmaya başlıyordu. Süreç içersinde, yeni ilişkiler , ya ekonomik alt yapıya göre uyumlaştırılacak, yada uyumsuzlukların çatışmaları yeni bir ekonomik altyapı (özel-mülkiyet) biçiminin egemenliğinin önünü açacaktır.

Genişleyen ve ayrışan obaların ana-soylu kabile birliğini ve bu birliğe oba ortak-mülkiyetinin aktarılamayışını mülkiyetteki çözülmenin ilk adımı, ilk çatlama olarak ele alıyoruz. Yazıya, mülkiyette ve siyasal kurumda çatlağı genişleten ikinci etkene temel olan çapraz-eşleşmeyi açarak devam etmeden önce, oba içersinde başlayan, önemli bir gelişmeyi ele alalım.


3– DAYI (ERKEK KARDEŞ) – ERKİL KURUM
“ “Dayı-erki” (Avunculate) deyimi latincede dayı anlamına gelen “Avunculus” sözcüğünden türemiştir. Annelerin erkek kardeşlerinin tümünün, kız kardeşlerinin oğullarının koruyucusu olduğu klan kardeşliğinin daraltılmış biçimini dile getirmektedir….Lippert, ana-ailesiyle baba-ailesi arasındaki geçiş döneminde ortaya çıkan bu olguyu şöyle betimlemektedir. “Erkek cinsin koruyucu gücüyle anayanlı soydaşlık uygulamalarının karışımından “dayı-erki” denilen şey ortaya çıkmaktadır; bu olgu garip bir biçimde ana türesi ve baba türesi düzenlemeleri arasındaki boşluğu doldurmaktadır.” ..a.g.e. c.2 sy 120 alıntı J. Lippert the evolutıon of culture sy. 248”

Ortaklaşmacı Oba içersinde, önceleri dişi ve erkek üretimde aynı işleri yapıyorlardı. Kadın bu noktada erkekten bir adım öndeydi diyebiliriz. Oba birliğini sağlayan kuralları koymak, denetlemek daha çok kadının görevi idi. Obanın sürekliliğini ve gücünü sağlayan çocuğun üremesi ve yetişmesi tamamen kadının sorumluluğundaydı. Sadece erginleşen erkek çocuklar, avlanma gibi işlerde ikinci anası (anasının erkek kardeşi) olan dayısı ile beraberdi. Oba içersinde çocuklar ve kadınlar bir arada bulunur, erginleşen erkekler bu gruptan çıkar, ikinci anaları olan dayıları ile birlikte olurlardı. Bir çok obada erkekler ile kadınlar ayrı yemek yediği gibi yedikleri yiyecekler de özellikle ayrıydı. Erkekler her av dönüşü bir dönem yemek yiyemez, arınma törenlerinden sonra yiyebilirlerdi.

“Demekki doğallıkla kan dökene tabu gözüyle bakılmaktaydı. Colarado’lu Yumalarda adam öldüren kişi bir süreyle tabu sayılır…Kaffirler, bir savaştan sonra “kirli” sayılır. Hayvan kanı dökmek de aynı etkileri doğurur. Hotantolar, avdan sonra, öldürdükleri hayvanların kanından kendilerini arındırmak zorundadırlar. A.g.e c1 sy 123 alıntı Jevons sy 74”

“Thonga yerlilerinde, bir savaşta düşmanları öldürmek, öldürenlere büyük utkularla birlikte büyük tehlikeler getirir…..peki nedir bu? ..aklını kaçırır, sersemler, kana susamıştır, bu onun, kendi öz ailesine bile saldırmasına yol açabilir. Böyle korkunç sonuçlara meydan vermemek için öldürenler bir çok tabu ile denetlenir.(ayrı yeme, yeme yasakları vs. b.a.) ..Cinsel ilişkide bulunmaları kesinlikle yasaktır. ..a.g.e. c1 sy 123-4 alıntı Hutton Webster taboo sy.210-11”

Oba ortak-mülkiyet sisteminin kurumsal, hukuksal olarak sistemleşmesi, kişilerde karakter olarak içselleşmesi ve üretimdeki gelişmişlik seviyesiyle birlikte bazı katı kurallarda değişiklikler oldu. Erkelerde çocukların sorumluluğunu kadınlar kadar yüklendiler, yiyecek ayrımı kalktı. Üretimdeki dayanışma oba birliğinin tüm alanlarına yayıldı. Elbette tüm bu gelişmeler, bir dizi denemeler (yasaklar) ve çatışmalar sonucu olmuştur. Sonuçta; aynı karından (anadan) gelen, erkeklerin erginleştiklerinde, birbirleri arasındaki şiddet, öldürme ve yeme olayları kaldırılmış, bir kardeşlik ve dayanışmaya dönüştürülmüştür. Binlerce yıl süren bu süreç insanlığın hızlı gelişmesini, çoğalmasını sağlamış, artık erkek ve kadınların güvenle birarada yaşamlarının yanısıra üreyen yavruların da sorumluluğunu erkekler alabilir hale gelmiştir.

Gelişen ve çoğalan oba birliği kendi içinde gruplara bölünmeye başlamıştır. Bölünen obalar, ana-soylu kabile sistemi ile birliklerini korumaya devam etmişlerdir. Geniş oba birliği, bir kaç gruba ayrılıp, ana-soylu kabile birliğini oluşturduğunda, oba ortak-mülkiyeti kabile birliğine bire bir yansımadı demiştik. Ana-soylu Kabile birliği içersinde birer ayrı ortak mülkiyet kurumu haline gelen obalar, zamanla bir “ata” anaya bağlı ve bir grup ergin erkek, kadın ve çocuklardan oluşan bir kümeye kadar daraldılar. Ana-soylu Kabile dayanışması ve üretimdeki gelişme bu daralmanın sakıncalarını gideriyordu ama ortak-mülkiyetteki çatlamanın genişlemesine de zemin yaratıyordu.

Aynı dönemlerde başlayan yaşam alanlarının korunması zorunluluğu ve kabileler arası çatışmaların artması ve talan yoluyla değer yaratma ekonomisi nedeniyle militarist yapılaşmalar oluştu. oluşan bu yapılaşmalar erkeğin rölünü ve etkinliğini artırdı. Çapraz-eşleşme anlaşması, (bu anlaşma sadece çifleşme anlaşması değildi, asıl olarak ayrı ana-soylu kabileler arası barışcıl ilşkiler kurulmasını sağlama ve her iki küme erkeklerinin birbirlerini öldürmesini ve yemesini engelleme amacını taşıyordu) kuralları gereği; karşılıklı yiyecek takasının düzenlenmesi, eşleştiği obada üretime katılan dışarlıklı erkeğin ve esir (köle) erkeğin oba içersinde denetlenmesi gibi görevlerden dolayı erkeğe düşen rolün niteliği değişmişti. Daralan obada ve Kabile birliğinde ekonomik-siyasal alanlarda kadın ve erkek arasında iş bölümü başladı.

Üretim iki temel alanda oluyordu. Birinci alan canlı (çocuk) üretme ve yetiştirme, ikinci alansa yiyecek üretme, elde etme ve bunları biriktirme idi. Birinci alan, tamamen kadınların etkinliği altındaydı. Ana-yanlı oba; cinsel ilişkiyi dışardan ve tehlikeli koşullarda sürdürebilen kendi kabile erkekleri ile diğer oba kadınlarının erkek kardeşleri arasındaki kalıtsal düşmanlığı ortadan kaldırıp, kabileler arası barışçıl bir ortam yaratabilmek amacıyla, çapraz-eşleşme anlaşmasını yarattı. Bu ilişki, iki oba arasında başlasa da kabilenin tümünü kapsıyordu.

Çapraz-eşleşme ile birlikte başlayan ilişkilerde en önemli gelişme üreme ilişkisinin barışçıl bir ortamda yapılabilmesinden daha çok, düşman iki kabile arasında üretim, üretim deneyimi takasının başlaması, her iki kabile erkeklerinin ortak üretim edimlerinde bulunabilmeleridir. Bu ilişkilerden dolayı kabile içersinde erkeğin rolü daha da artmıştır. Yine esir alınan erkeklerin sadece üretimde kullanılmaları sonucu, köle emeği ortaya çıkmıştır. Özel-mülkiyet sistemindeki köle emeği ile bu dönemdeki birbirine karıştırılmamalıdır. Esir edilen erkek, oba içersinde yine eşit ve özgürdü, oba kadınları isterse cinsel ilişkiye girebiliyordu, ama sürekli üretim alanında çalışıyor, etkinlikleri oranında değerleri oluyor, canlı kalabiliyorlardı. Kısaca, esir konumları yerini üretim aracı olmaya bırakmıştı.

Üretimdeki gelişmeye birde “Köle” emeği eklenince üretim fazlası oluştuğu gibi erkekler de militarist yapılaşmaya daha çok zaman ayırabildi. Böylece savaşlarda esir “köle” kazanmanın öneminin yanı sıra “ganimet” olarak o kabilenin üretimlerine el konulmasının da önemi arttı. Bu yeni üretim tarzının gerektirdiği araçlardaki gelişme ile birlikte kurumsal olarak militarizm de gelişti. Tüm bunlara karşın, hala üretim obanın ortaklığındaydı ve kalıtsal olarak obanın mülkiyetine, yani ana-soyunun devamı ana-soylu obaya devir oluyordu. Kabile birliğinde yer alan bazı obalar ve bu obaların içersindeki etkin erkekler, bu tarzla birlikte geliştilerse de kabile içersinde kurumsal-hukuksal olarak, kendi obaların dışında bir güç olamıyorlardı.

Genelde 3-6 lı obalardan oluşan ana-soylu kabile; yazlık ve kışlık yaşam alanlarını ortak kullanırken bir arada göçerler, korunurlar, başka kabilelerle çatışır veya anlaşırlardı. Bu işlevler içersinde her bir oba kendi üretiminde ve mülkiyetinde ayrı, birer yapıydı. Ana-yanlı ortaklaşmacı oba, ana-soylu kabile yapısına hukuksal olarak katılırdı. Kabile içi işleyişi düzenlemek, denetlemek, yaşam alanlarını belirlemek, diğer ana-soylu kabilelerle ilişkileri düzenlemek gibi etkinlikleri yerine getirecek kabile meclisi kuruldu. Kabile meclisine obanın kadın ve erkek temsilcileri birlikte katılırlardı.
-Çapraz-eşleşmenin yarattığı yeni koşullar,
-kabile birliği aşamasında başlayan militarist – dinsel yapılanmalar,
-üretimdeki gelişme ile başlayan üretim artırabilme ve takas ekonomisi,
-esir (köle) emeğinin üretimdeki katkısının artması ve çapraz-eşleşme ile birlikte esirlerin hür ve çiftleşme eşi olarak obada varolmalarının gereksizliği, yani sadece üretimde kullanılmaları,
-üretim alanlarının tümüne katılan kadınların sadece üreme alanına daralması,
-oba ortak-mülkiyetinin kabile yapısına aktarılamayıp, kabilenin sadece hukuksal bir kurum olarak kalması

Yukarıda saydığımız tüm gelişmeler ve gelişmelerin yarattığı yeni etki güçleri ile oba mülkiyet sistemi, ekonomik-siyasal anlamda çatışmaya başlamıştı. Üretim alanında, obanın dayanışmalı üretim tarzının yerini takas ve talan yolu ile elde edilen değerlerin kolaycılığı almıştı. Bu durum oba içi iş bölümünü ve yapılaşmayı kökten sarsıyordu. Diğer kabilelerle olan ilişkilerde güçlü olabilmek, çatışmalarda esir ve talan elde edebilmek için güce ve onun araçlarına, kurumlarına gereksinim artmıştı.Böylece şiddetin temsilcisi ve aracı olan erkek devreye girdi. oba içersinde erkeğin (erkek kardeşin) rolü arttı. Takas için üretim fazlasına gereksinim vardı. Bunun en kolay ve kazançlı biçimi başkalarının üretimine el koymaktı. Oba yapısı bu anlamda kendini yeniden biçimlendirdi. Oba erkekleri birer savaşçı olarak yetiştiriliyor, kurumsallaşmalarının önü açılıyordu. Yine üretim olarak canlı (çocuk) üretimi, özellikle erkek çocuk önem kazandı. Kadınlar ağırlıkta çocuk üretimine yönelince, uzun hamilelik, dönemlerinden dolayı, talana giden erkeklerin yerine yabani sebze, meyve, kök, toplama, elde edilen ürünleri saklama, işlerine ağırlık verdiler. Kabileler arası savaş, barış, takas gibi işlerde yetki erkek kardeşlere kaldı. Elde edilen ürün oba ortak-mülkiyetinde kaldığından, oba içersinde bu durum önceleri fazlaca sorun yaratmıyor, kadın yine yetkili olarak erkek kardeşinin yanında olabiliyordu ama kabile birliğinde mülkiyet ortaklığı kurulmadığından, kararlara katılımda kadının varlığı giderek gereksiz hale geldi. Kabile birliği zamanla kurumlar ile ifade edilmeye başladığında kadın iyice geriye düştü.

Tüm bu gelişmelere karşın Ana-soylu hukuk hala devam etmekteydi. Sadece, oba içersinde erkek kardeşlerin etkinliği ve önemi artmıştı. Yine de; “Miras hakkı dişi akrabalara geçiyordu a.g.e sy.122” Oba ortak-mülkiyeti kabileye aktarılmamıştı. Ana-soylu kabile, sadece obaların birliğinin kurumsal-hukuksal ifadesiydi. Temel kurum kabile meclisiydi ve her obanın deneyimli, bilgili yaşlı kadın ve erkekleri bu mecliste eşit söz sahibiydi. Üretimde ve siyasal alanda başlayan gelişmelerle birlikte bu durum değişmeye başladı, oluşan meclis kendi içinde kurumlar yarattı. Kurumlar, üretim biçimlerine göre olacağından iki temel kurum öne çıktı.

Yaşam alanlarının ortak olmasından başkaca ekonomik birliği içermeyen ana-soylu kabile birliğini sağlayan tek olgu, aynı kökten yaratılma bilinciydi. Bu bilinci sürekli kılan, denetleyen, diğer yaratılanlarla ilişkileri düzenleyen kişiler (erkek kardeşler) zamanla kurumsallaştı. Tarih sahnesine doğayı çözümleyen, topluluk ilişkilerini düzenleyen, kuşaklara bilgi ve becerileri aktaran, bilge kişiler olarak çıkan topluluğun bu erdemlileri ve kurumu zamanla olağan üstü güçlerin yani yaratanın yeryüzündeki temsilcisi olarak bir erksel kuruma dönüştüler. Şimdiki tanımı ile Rahipler kurulu ve Dinböylece sistemleşti.

Yaşam alanlarını koruma, kabileler arasındaki çatışmalarda güç olabilme amacıyla başlayan militarist yapılaşma, giderek askeri bir kurum haline dönüştü. Bu alanda yetenekli ve güçlü olan kişiler oba içersinde ve obayı temsilen kabile birliği içinde dinsel erkil yanı başında askeri erk olarak yerini almaya başladı. Önceleri çatışma zamanlarında toplanan bu kişiler giderek kalıcı askeri kurum haline geldiler. Talan ve esir ekonomisi geliştikçe bu kurumun kabile içersinde önemi ve etkinliği arttı. Önceleri gerektiğinde toplanan bu etkin militarist kişiler, zamanla düzenli askeri yapılara dönüştüler ve kabile içinde özel militarist bir kurum ve yapı oldular. Ordudenilen kurum böylece başlamıştı.

Her iki kurumun günümüzde var olan biçimine gelmesi elbette uzun, çatışmalı ve kökten değişimler içeren bir süreç yaşanmasını gerektirmiştir. Başlangıçta; erkeğin etkinliği ve yetkisi ne kadar etkili olursa olsun, sonuçta, elde edilen ürün ve birikimler obanın mülkiyetindeydi. Etkili kişiler, kendi oba erkini aşamıyorlardı. Son söz yine obanındı. Yinede, oba içinde kadının etkinliği geriye düşmeye başlamış, erkek kardeşlerin etkisi artmıştır. Bu gelişmeler oba içersinde kadın ile erkek arasındaki ilk çatışmaların başlamasıdır da diyebiliriz ve aynı dönemlerde gizli kadın ve erkek gruplaşmaları da başlamıştı.

“Tribü içi gizli derneklerin Melanezya ve Afrika’da olduğu üzere, tribünün tüm erkeklerinin erginlendikten sonra üyesi sayıldığı, ilk buluğ kurumunun giderek etkinliğini yitirmesi olarak tanımlanan bir süreç sonrası ortaya çıktığını görüyoruz. Ancak bu derneklerde üyeliğin giderek sınırlandırılması ve özellikle de yüksek basamakların ..totem başkanları, büyücüleri ve genel olarak zengin ve önemli kişilere ayrılması sonucu bilinen nitelikteki gizli dernekler ortaya çıkmıştır. A.g.e c2 sy 38-9 alıntı H.Webster. primitive secret socıetıes s.74-135”

“Gizli dernekler ortaya çıktıkca erkekler arasındaki hiyerarşi, kendi kurallarını yapmaya, tribünün eski yasalarıyla ortaklaşalığın gerekli kıldığı kural ve yasaları altüst etmeye başladı. s.39 …Erkeklerin, erginleme sırasında yada yağmalama seferleri yaparken kimliklerini şeytansı maskeler altında gizlemeleri nedeniyle gizli derneklere bazen “maske dernekleri” adı verilir. Kadınların, erkek kuttörenlerine yanıt olacak karşı törenler, gelenekler ve bazen “kadın gizleri” diye anılan kurumlar kurarak, erkeklerin ana-erkil topluluklara yaptıkları bu saldırılaraa karşı savaştıklarını gösteren bir hayli kanıt vardır. Sy40 ..”Erkeklerin gizli derneklerinin kadınları korkuya boğması gibi, kadınlar da erkekleri ürkütmekte, çılgın törenleri sırasında karşılarına çıkan erkeklere hakaret etmekte, …hatta dövmektedirler. A.g.e. alıntı. Eliade. a.g.e.sy.79-80”

Ana-yanlı obada başlayan bu çatışmalar giderek, tarihte Amazonlar olarak bilinen ve farklı topraklarda benzer biçimlerde dillendirilen öykülerde olduğu gibi kadınların geriye dönüş, diyebileceğimiz, ayrı örgütlenme çabalarına kadar varmıştır. Bu tür girişimlerin tarihin karanlığında kalması ve başarı elde etmemesi, insanlığın toplumsal örgütlenme ve üretimde oluşan gelişmelerden geriye düşme koşulları olamayacağındandır. Çözüm; yine, oba ortak-mülkiyeti temelinde yeni kurumların geliştirilmesi ile olanaklıydı ama insanlık yarattığı ve uğraş verdiği tüm bu olumlu gelişmelerin bir mülkiyet biçimi olduğunu bilince çıkaramamıştı, bunların anlamına bilimsel olarak 19. yüzyılda varıldı ama sistem çoktan değişmişti.

Oba üretiminde talan ekonomisi ve esir emeğinin kullanılması ile birlikte erkek kardeşlerin işlevleri arttıkça, yetkileri de artmaya başladı. Artık kabile kurumlarında sadece kendileri yer aldıkları gibi, savaş veya barış kararlarını da obaya danışma gereği duymadan alabiliyorlardı. Takas ekonomisinde malın korunması, güvenlikli sevk edilebilmesi, ağırlıklı savaş gereçlerinin alınması vb. gibi nedenlerden dolayı bu alanda sadece erkekler etkin hale geldiler.

Kısaca, oba içersinde erkek kardeşlerden oluşan savaşçı, bir erk oluştu. Gerek Morgan’nın, gerekse ondan esinlenen Engels’in aile biçimlerinde yer almayan bu erke, Dayı-erkil yapı diyoruz. Bu tanım ilk olarak Evelyn Reed’in Kadının evrimi adlı kitapta geçiyor. Bu kurum; ana-yanlı oba sisteminin hukuksal olarak direndiği ama kurumsal olarak işlemez hale gelip, ekonomik yapıda başlayan özel-mülkiyet ekonomisinin nüveleri ve gelişmesi ile birlikte ortaya çıkmıştır ve özel-mülkiyetin temel kurumu olan ailenin gelişmesine de zemin olmuştur.

Ana-yanlı ortaklaşmacı oba, bir mülkiyet sistemi üzerinde yükseliyordu. Mülkiyet sistemi gelişip, yaygınlaştıkça, kurumları da gelişecek, yeni biçimlere bürünecekti. Oysa, oba yapısının bir üst biçimi olan ana-soylu kabile birliği toplumsal-mülkiyet temeline tam oturtulamamış, süreç içersinde giderilemeyen eksiklikler, var olan mülkiyet biçiminin altını oymuştur.

İnsanlık yeni ve geniş birliklerini yine toplumsal-mülkiyet temeline oturtamayıp, gelişen ekonomik yaşamda, talan ve esir emeği gibi toplumsal-mülkiyetin ilkelerine uymayan biçimlere yönelince, bağrında gelişen kanserin (özel-mülkiyetin) de, oba ortak-mülkiyet yapısının kurumlarını ve hukukunu kemirip, kendi kurum ve hukukunu var olan yapıya dayatması da kaçınılmazdır.

İki mülkiyet biçimin çatışmasının netleştiği bu evrede ortaya çıkan bu “dayı-erkil kurumun gelişmesi, oba yapısında etkin olması, ile çapraz-eşleşmenin gelişmesi ve ana-soylu kabilenin değişime uğrayıp, ayrı ana-soylu kabileler birliğine dönüşmesi, uzun ve çatışmalı bir süreç sonrasında gelişmiştir. Bu gelişmenin ekonomik-siyasal sonuçları ana-soylu ortak-mülkiyet sisteminin çöküşünün ve yerine özel-mülkiyet sisteminin oluşmasının başlangıcının temelidir.

“Baba-ailesinin ortaya çıkmasından önceki dönemde ananın erkek kardeşinin üstünlüğünü gösteren sayısız kanıt, insan bilimcilerdeki garip bir körlüğü ortaya çıkarmaktadır. Bu bilim adamları, kardeşsoyluluğun, anasoyluluğun ayrılmaz bir parçası olan erkek olduğunu görmemektedirler. A.g.e. c.2 sy 122”

Lippert’in belirttiği gibi “ ana-ailesiyle baba-ailesi arasındaki geçiş döneminde ortaya çıkan…. “dayı-erki” denilen şey …bu olgu garip bir biçimde ana türesi ve baba türesi düzenlemeleri arasındaki boşluğu doldurmaktadır”. Bu gelişmenin son vardığı evreyi “dayı-erkil” yani ana-soylu obadaki erkek kardeşlerin eğemenliği olarak ele aldığımızda bir gerçeği unutmayalım. Ana-yanlı obada ve ana-yanlı kabile yerine geçen “yarım” (çapraz-eşleşme ile oluşan)ların birliği tribü içersinde bile uzun zaman, hala ana-soylu hukuk geçerliydi ve toplumsal-mülkiyet temel sistemdi. Miras yani mülkiyetin ve yetkinin devri kişiler veya kişilerin soy devamının olamıyordu. Bir geçiş dönemi yaşanıyordu ve bir yere evrilip, sistemleşecekti.

Üretimde, hukukta, yetkide bir yığın değişimler olmuş ve sonradan netleşecek olan özel-mülkiyet hukuk ve kurumları nüvesel olarak toplumsal yapıya yerleşmeye başlamıştı. toplum bilimcilerin baba-yanlı, ata-erkil, diye adlandırdıkları ve bir özel mülkiyet sistemi olarak genelleşen bu yapılaşmaların bir ayağını da “dayı-erkil” yapılaşma oluşturmuştur. Bu kurum, bir ara süreçtir. Asıl değişim “sahip olma” yani mülkiyet ile netleşmiş ve kendi kurumlarını oluşturmuştur. Bunlar olurken, ayrı bir baba, baba-erkil bir yapı ortaya çıkmamış, yine ana-soylu yapı içersinde gelişen nüvesel özel-mülkiyetin üzerinde oluşan “dayı-erkil yapının dönüşümü ile kurumun tarihsel süreci başlamıştır. Sonuç olarak; ana-soylu yapı içersinde gelişen özel-mülkiyetin ekonomik zemini, ana-soylu kurumu çürütmüş, dayı-erkil yapıya dönüştürmüş ve sonradan da toplumsal mülkiyet ve hukukunu kaldıran, erkek-erkil yapı, “baba” (sahip)-erkil yapıya dönüşmüştür.

Ortaklaşmacı ana-soylu yapı içersinde özel-mülkiyetin filizlenmesini ve ortaklaşmacı yapının kurumlarının çürüyüp, dönüşmesini ve yeni kurumların ortaya çıkışını çapraz-eşleşme kurumlaşmasını açımlayarak ele almaya devam edelim.
 
Üst