fatih yaşlı'nın birgün gazetesinde yayınlanan yazısının başlığı.,
Demokratik Özerklik üzerine : Tarihsel/teorik çerçeve
ilk iki bölümü yayınlandı ve buraya asacağım.. ardında yazı hakkındaki düşüncelerimi açıklayacağım..
.............................................................................................
“Kürt sorunu nedir?” Bu soruya -“Kürtler yoktur” diyenleri dışarıda bırakarak söyleyecek olursak- verilmiş olan çok sayıda yanıt var. Bu yanıtlara göre, Kürt sorunu bir demokratikleşme sorunudur, bir güvenlik sorunudur, dış güçlerden kaynaklı bir sorundur, bir azgelişmişlik/ka lkınma sorunudur, bir emekçi sorunudur vesaire.
Bu yanıtlar, farklı siyasi pozisyonlardan üretilmiş yanıtlar olmakla birlikte, “Kürt sorunu nedir?” sorusunun etrafında dolanmakta, sorunun “bilimsel yanıtı”ndan uzak durmaktadırlar. Peki, “Kürt sorunu nedir?” sorusunun “bilimsel” bir yanıtı var mıdır, “Kürt sorunu nedir?” sorusuna “bilimsel” bir yanıt vermek ne demektir?
Bu soruya, sosyal bilimler alanında ve özellikle “milliyetçilik çalışmaları” başlığında yazılmış binlerce kitap ve yüz binlerce makaleye bakarak “bilimsel” bir yanıt vermek mümkündür ve o yanıt en veciz haliyle şöyledir: “Kürt sorunu etno-politik bir sorundur.” Bu ise şu anlama gelmektedir: Kürt sorunu, Kürt olarak adlandırılan ve statü sahibi olmayan bir etnik grubun, uluslaşma süreci içerisinde, statü sahibi olmayı talep etmesiyle ama bu taleplerinin karşılanmamasıyla ilgili bir sorundur.
Peki “statü sahibi olmak” ne demektir? Anlatmaya çalışalım: Milliyetçilik ideolojisi, yine veciz bir ifade tanım kullanacak olursak, “Ulus fikriyle devlet fikrinin çakışması” olarak tarif edilebilir. Dolayısıyla etno-politik sorunlarda çözüm, uzun yıllar boyunca, ulusların kendi devletlerine sahip olması, yani “ulus-devlet” olarak karşımıza çıkmıştır. Klasik şema uyarınca, bir etnik grup zamanla ulus olma bilincini edinecek/uluslaşacak, bu esnada statü talep edecek, bunun için mücadele verecek ve nihayetinde de bağımsızlığına kavuşacak/kendisine ait bir devlet kuracaktır.
Kürt etno-politik sorununun ve Kürt uluslaşma sürecinin taşıyıcısı olarak Kürt siyasi hareketi de uzun yıllar boyunca bu klasik şemaya sadık kalmış, Kürt sorununun çözümünün bağımsız bir Kürt devleti kurulmasından geçtiğini savunmuştur. Hedef, bağımsız, birleşik ve -ulusal kurtuluş mücadelelerinin çoğunda gözlendiği üzere sosyalist- bir devlet kurmaktır.
Ancak zamanla bu klasik paradigma değişmiş, statü talebinden vazgeçilmemiş olmakla birlikte, “bağımsız Kürdistan” talebinden –en azından söylemsel düzeyde- vazgeçilmiştir. Statü talebinin bugünkü formu ve dile getiriliş biçimi, mevcut sınırlar değişmeksizin yapılacak anayasal ve yasal düzenlemelerle Kürt coğrafyasında âdem-i merkeziyetçi bir idare biçiminin hâkim olması, meselenin demokratik hakların genişletilmesi ve yurttaşlığın içinin demokratik bir şekilde doldurulmasıyla çözülmesi şeklindedir. Buna ise “demokratik özerklik” ya da şu aralar daha popüler olduğu üzere, “özyönetim” adı verilmektedir.
Bu dönüşümün elbette ki pratik ve teorik nedenleri vardır. Pratik neden, Öcalan ve PKK yönetiminin askeri olarak devleti yenip bağımsızlık ilan edemeyeceğinin farkına varmış olmasıdır ve Öcalan’ın 1999’da Kenya’da yakalanması bu farkındalığı pekiştirmiştir. Diğer bir pratik neden ise 1990’ların hemen başında reel sosyalizmin çözülmesi ve buna bağlı olarak ulusal kurtuluş hareketlerinin dünya ölçeğinde bir geri çekilme süreci yaşamasıdır.
Teorik nedenler ise, yakalanmasının ardından Öcalan’ın yaptığı okumalar ve yaşadığı fikri dönüşümle ilgilidir. Öcalan, post-Marksist, postmodern, liberter, dünya-sistemci ve anarşist okumaları neticesinde hem Marksizm-Leninizm’le bağlarını koparmış, hem de modernitenin ve bununla bağlantılı olarak ulus-devletler sisteminin keskin bir eleştiricisi haline dönüşmüştür.
Öcalan, “tekçi ve baskıcı” olarak adlandırdığı “kapitalist modernite”nin yerine “demokratik modernite”yi, tekçi ulus anlayışının yerine “demokratik ulus”u, ulus-devletlerin yerine de “demokratik özerklik”i önermektedir. Öcalan’ın yazdıklarına bakarak, bu kavramları kısaca şöyle özetleyebiliriz: Demokratik modernite, kapitalist moderniteye karşı ekolojik, kırsal, komünal/kooperatifçi bir üretimi ve onun etrafında örgütlenmiş bir toplum modelini/uygarlık tahayyülünü içermektedir. Demokratik ulus, “tekçi ulus anlayışı”na karşı, etnisite üzerinden tanımlanmayan, cinsiyet eşitlikçi ve çokkültürlü/çok dilli bir kolektif kimliği işaret etmektedir. Demokratik özerlik ise merkezi devlet aygıtının yetkilerinin önemlice bir bölümünü yerel yönetim aygıtlarına devretmesi ve katılımcı bir yerel demokrasinin inşası anlamına gelmektedir.
Peki, tarihsel arka planını ve teorik çerçevesini -bir köşe yazısı sınırları içerisinde- ortaya koymaya çalıştığımız “demokratik özerklik” Kürt sorununa bir çözüm olabilir mi, özyönetimle Kürtler bir statüye kavuşmuş olurlar mı? Bu soruların yanıtını da pazar günkü yazıda tartışmaya çalışalım.
......................................
2. bölüm
Çarşamba günkü yazıda, Kürt sorununun bir “etno-politik” sorun olduğunu, buradan hareketle de çözümün etno-politik bir karakter taşıması gerektiğini belirtmiştik. Bu ise “statü talep eden bir halkın statü sahibi olması” anlamına geliyordu; yani Kürt sorunu, Kürtler bir statü sahibi olmaksızın çözülemeyecek bir sorundu.
Peki bir halkın statü sahibi olması ne demektir, nasıl statü sahibi olunur? Statü sahibi olmak, “halk olmaktan kaynaklanan kolektif haklarını kullanmak”, bunun için ise “siyasi bir birime sahip olmak” anlamına gelir. Bu siyasi birim özerk bölge olabileceği gibi, federasyon ya da bağımsız devlet de olabilir. Bunlardan hangisiyle statü sahibi olunacağını ise söz konusu halk ve siyasi temsilcilerinin yürüttüğü mücadele, savundukları paradigma, güç ilişkileri, bölgesel-uluslararası konjonktür vs. belirler.
Bugün Kürtlerin savundukları paradigma, başına “demokratik” sıfatı eklenmiş olan “özerklik”tir. Her ne kadar gerek Türk gerekse Kürt tarafından kimi kesimlerce demokratik özerkliğin aslında bağımsızlık için bir aşama olduğu iddia edilse de, bu iddiayı doğru kabul etmek demokratik özerklik üzerine herhangi bir analiz yapmayı imkânsız kılmaktadır. Çünkü sahiden de ortada bir “ara aşama” ya da “bağımsızlık için kullanışlı bir araç” varsa, demokratik özerklik üzerine tartışmanın bir manası yoktur. Dolayısıyla biz buradaki değerlendirmelerimizi, Kürt siyasi hareketinin, “Kürt sorununun çözümü demokratik özerkliktedir” söylemini “doğru” kabul ederek yapacağız.
Bugün Kürtlerin yaşadığı ülkelere baktığımızda gördüğümüz manzara şu: Irak’ta resmi, Suriye’de fiili bir özerkliğe, dolayısıyla statüye sahipler. İran’da ciddi baskılar söz konusu olmakla birlikte “kültürel özerklik” anlamına gelebilecek geniş kültürel haklar söz konusu. Herhangi bir kolektif hak kullanımı ve statüye sahip olunmayan tek yer ise Türkiye ve sorun da zaten bundan kaynaklanıyor.
Statünün iki boyutu bulunuyor: İlki Anayasal, ikincisi ise siyasi ve idari boyut. Anayasal boyut esas olarak yurttaşlığın nasıl tanımlanacağını içeriyor. Eğer özerklik hayata geçirilecekse, etnik vurgudan arındırılmış ve vatandaşlık/ortak vatan esasına dayalı, haklar ve ödevler açısından eşitlikçi bir yurttaşlık tanımına ihtiyaç bulunuyor; ayrıca özerkliğin tanımının yapılması ve hukuki/idari çerçevesinin çizilmesi gerekiyor.
Siyasi ve idari boyut ise merkezi hükümetle özerk bölge arasındaki ilişkilerin tanımlanmasını gerektiriyor. Siyasi özerklik, idari özerkliği aşan bir yönetim biçimi olduğundan mutlaka ve mutlaka bir bölgesel yasama aygıtına, bir de bölgesel yürütme aygıtına ihtiyaç duyuyor. Bölgesel yasama ve yürütme aygıtlarının, merkezi hükümetle işbirliği içerisinde bir yetki bölüşümüne gitmesi ve eğitim, sağlık, vergi, doğal kaynakların kullanımı ve güvenlik gibi başlıklarda hangi yetkilere sahip olacağının yine kanunlarla belirlenmesi gerekiyor.
Bölgesel yasama ve yürütme aygıtı merkezi hükümete bir alternatif teşkil etmediği gibi, onunla egemenlik üzerinden bir rekabete de girişmiyor. Merkezi parlamento ve hükümet “ulusal” ölçekte iş görürken, bölgesel parlamento ve hükümet “bölgesel” sorunlara odaklanıyor. Böylelikle ortaya “ayrı bir devlet” çıkmıyor, merkezle özerk bölge arasında bir “yetki bölüşümü” ve güçlendirilmiş bir “yerel demokrasi” söz konusu oluyor.
Bugün “etno-politik bir sorun olarak Kürt sorunu”nun çözümü için en rasyonel yol demokratik özerklik olarak görünüyor; çünkü bağımsızlık ve federasyona göre çok daha kolay hayata geçirilebilme niteliği taşıyor. Sadece anayasal/yasal düzenlemeler yapma kolaylığı anlamında değil, bir yandan Kürtlerin statü sahibi olmaları anlamına gelirken, öte yandan ülkenin mevcut sınırları değişmeyeceği, yani “bölünme” anlamına gelmeyeceği, bir “iç savaş”ı engelleme potansiyeline sahip olduğu, dış müdahale olasılığını zayıflatacağı ve bir arada yaşamaya hizmet edeceği için de demokratik özerlik şu an eldeki en iyi seçenek olma niteliğini taşıyor.
İronik ve trajik olanı ise şu ki; Kürt siyasetinin temel talebinin bölünme değil, demokratik özerklik aracılığıyla birlikte yaşamak olduğu bir konjonktürde, savaşla birlikte Kürtlerin duygusal kopuşu giderek hızlanıyor. Ortak vatanda, eşit yurttaşlar olarak bir arada yaşama iradesi, iktidar ve medya tarafından yükseltilen milliyetçilikle birlikte gün geçtikçe zayıflıyor. Sorun, maalesef giderek demokratik özerklikle dahi çözülemeyecek ve iki halk için de felaket anlamına gelebilecek bir veçheye kavuşuyor.
Peki Kürt sorununun çözümü için şu an itibariyle en rasyonel yol olduğunu söylediğimiz demokratik özerklik, Kürt emekçilerinin emekçi olmaktan kaynaklanan sorunlarının çözümü anlamına geliyor mu? Bu da üçlemenin son yazısının konusu olsun.
Demokratik Özerklik üzerine : Tarihsel/teorik çerçeve
ilk iki bölümü yayınlandı ve buraya asacağım.. ardında yazı hakkındaki düşüncelerimi açıklayacağım..
.............................................................................................
“Kürt sorunu nedir?” Bu soruya -“Kürtler yoktur” diyenleri dışarıda bırakarak söyleyecek olursak- verilmiş olan çok sayıda yanıt var. Bu yanıtlara göre, Kürt sorunu bir demokratikleşme sorunudur, bir güvenlik sorunudur, dış güçlerden kaynaklı bir sorundur, bir azgelişmişlik/ka lkınma sorunudur, bir emekçi sorunudur vesaire.
Bu yanıtlar, farklı siyasi pozisyonlardan üretilmiş yanıtlar olmakla birlikte, “Kürt sorunu nedir?” sorusunun etrafında dolanmakta, sorunun “bilimsel yanıtı”ndan uzak durmaktadırlar. Peki, “Kürt sorunu nedir?” sorusunun “bilimsel” bir yanıtı var mıdır, “Kürt sorunu nedir?” sorusuna “bilimsel” bir yanıt vermek ne demektir?
Bu soruya, sosyal bilimler alanında ve özellikle “milliyetçilik çalışmaları” başlığında yazılmış binlerce kitap ve yüz binlerce makaleye bakarak “bilimsel” bir yanıt vermek mümkündür ve o yanıt en veciz haliyle şöyledir: “Kürt sorunu etno-politik bir sorundur.” Bu ise şu anlama gelmektedir: Kürt sorunu, Kürt olarak adlandırılan ve statü sahibi olmayan bir etnik grubun, uluslaşma süreci içerisinde, statü sahibi olmayı talep etmesiyle ama bu taleplerinin karşılanmamasıyla ilgili bir sorundur.
Peki “statü sahibi olmak” ne demektir? Anlatmaya çalışalım: Milliyetçilik ideolojisi, yine veciz bir ifade tanım kullanacak olursak, “Ulus fikriyle devlet fikrinin çakışması” olarak tarif edilebilir. Dolayısıyla etno-politik sorunlarda çözüm, uzun yıllar boyunca, ulusların kendi devletlerine sahip olması, yani “ulus-devlet” olarak karşımıza çıkmıştır. Klasik şema uyarınca, bir etnik grup zamanla ulus olma bilincini edinecek/uluslaşacak, bu esnada statü talep edecek, bunun için mücadele verecek ve nihayetinde de bağımsızlığına kavuşacak/kendisine ait bir devlet kuracaktır.
Kürt etno-politik sorununun ve Kürt uluslaşma sürecinin taşıyıcısı olarak Kürt siyasi hareketi de uzun yıllar boyunca bu klasik şemaya sadık kalmış, Kürt sorununun çözümünün bağımsız bir Kürt devleti kurulmasından geçtiğini savunmuştur. Hedef, bağımsız, birleşik ve -ulusal kurtuluş mücadelelerinin çoğunda gözlendiği üzere sosyalist- bir devlet kurmaktır.
Ancak zamanla bu klasik paradigma değişmiş, statü talebinden vazgeçilmemiş olmakla birlikte, “bağımsız Kürdistan” talebinden –en azından söylemsel düzeyde- vazgeçilmiştir. Statü talebinin bugünkü formu ve dile getiriliş biçimi, mevcut sınırlar değişmeksizin yapılacak anayasal ve yasal düzenlemelerle Kürt coğrafyasında âdem-i merkeziyetçi bir idare biçiminin hâkim olması, meselenin demokratik hakların genişletilmesi ve yurttaşlığın içinin demokratik bir şekilde doldurulmasıyla çözülmesi şeklindedir. Buna ise “demokratik özerklik” ya da şu aralar daha popüler olduğu üzere, “özyönetim” adı verilmektedir.
Bu dönüşümün elbette ki pratik ve teorik nedenleri vardır. Pratik neden, Öcalan ve PKK yönetiminin askeri olarak devleti yenip bağımsızlık ilan edemeyeceğinin farkına varmış olmasıdır ve Öcalan’ın 1999’da Kenya’da yakalanması bu farkındalığı pekiştirmiştir. Diğer bir pratik neden ise 1990’ların hemen başında reel sosyalizmin çözülmesi ve buna bağlı olarak ulusal kurtuluş hareketlerinin dünya ölçeğinde bir geri çekilme süreci yaşamasıdır.
Teorik nedenler ise, yakalanmasının ardından Öcalan’ın yaptığı okumalar ve yaşadığı fikri dönüşümle ilgilidir. Öcalan, post-Marksist, postmodern, liberter, dünya-sistemci ve anarşist okumaları neticesinde hem Marksizm-Leninizm’le bağlarını koparmış, hem de modernitenin ve bununla bağlantılı olarak ulus-devletler sisteminin keskin bir eleştiricisi haline dönüşmüştür.
Öcalan, “tekçi ve baskıcı” olarak adlandırdığı “kapitalist modernite”nin yerine “demokratik modernite”yi, tekçi ulus anlayışının yerine “demokratik ulus”u, ulus-devletlerin yerine de “demokratik özerklik”i önermektedir. Öcalan’ın yazdıklarına bakarak, bu kavramları kısaca şöyle özetleyebiliriz: Demokratik modernite, kapitalist moderniteye karşı ekolojik, kırsal, komünal/kooperatifçi bir üretimi ve onun etrafında örgütlenmiş bir toplum modelini/uygarlık tahayyülünü içermektedir. Demokratik ulus, “tekçi ulus anlayışı”na karşı, etnisite üzerinden tanımlanmayan, cinsiyet eşitlikçi ve çokkültürlü/çok dilli bir kolektif kimliği işaret etmektedir. Demokratik özerlik ise merkezi devlet aygıtının yetkilerinin önemlice bir bölümünü yerel yönetim aygıtlarına devretmesi ve katılımcı bir yerel demokrasinin inşası anlamına gelmektedir.
Peki, tarihsel arka planını ve teorik çerçevesini -bir köşe yazısı sınırları içerisinde- ortaya koymaya çalıştığımız “demokratik özerklik” Kürt sorununa bir çözüm olabilir mi, özyönetimle Kürtler bir statüye kavuşmuş olurlar mı? Bu soruların yanıtını da pazar günkü yazıda tartışmaya çalışalım.
......................................
2. bölüm
Çarşamba günkü yazıda, Kürt sorununun bir “etno-politik” sorun olduğunu, buradan hareketle de çözümün etno-politik bir karakter taşıması gerektiğini belirtmiştik. Bu ise “statü talep eden bir halkın statü sahibi olması” anlamına geliyordu; yani Kürt sorunu, Kürtler bir statü sahibi olmaksızın çözülemeyecek bir sorundu.
Peki bir halkın statü sahibi olması ne demektir, nasıl statü sahibi olunur? Statü sahibi olmak, “halk olmaktan kaynaklanan kolektif haklarını kullanmak”, bunun için ise “siyasi bir birime sahip olmak” anlamına gelir. Bu siyasi birim özerk bölge olabileceği gibi, federasyon ya da bağımsız devlet de olabilir. Bunlardan hangisiyle statü sahibi olunacağını ise söz konusu halk ve siyasi temsilcilerinin yürüttüğü mücadele, savundukları paradigma, güç ilişkileri, bölgesel-uluslararası konjonktür vs. belirler.
Bugün Kürtlerin savundukları paradigma, başına “demokratik” sıfatı eklenmiş olan “özerklik”tir. Her ne kadar gerek Türk gerekse Kürt tarafından kimi kesimlerce demokratik özerkliğin aslında bağımsızlık için bir aşama olduğu iddia edilse de, bu iddiayı doğru kabul etmek demokratik özerklik üzerine herhangi bir analiz yapmayı imkânsız kılmaktadır. Çünkü sahiden de ortada bir “ara aşama” ya da “bağımsızlık için kullanışlı bir araç” varsa, demokratik özerklik üzerine tartışmanın bir manası yoktur. Dolayısıyla biz buradaki değerlendirmelerimizi, Kürt siyasi hareketinin, “Kürt sorununun çözümü demokratik özerkliktedir” söylemini “doğru” kabul ederek yapacağız.
Bugün Kürtlerin yaşadığı ülkelere baktığımızda gördüğümüz manzara şu: Irak’ta resmi, Suriye’de fiili bir özerkliğe, dolayısıyla statüye sahipler. İran’da ciddi baskılar söz konusu olmakla birlikte “kültürel özerklik” anlamına gelebilecek geniş kültürel haklar söz konusu. Herhangi bir kolektif hak kullanımı ve statüye sahip olunmayan tek yer ise Türkiye ve sorun da zaten bundan kaynaklanıyor.
Statünün iki boyutu bulunuyor: İlki Anayasal, ikincisi ise siyasi ve idari boyut. Anayasal boyut esas olarak yurttaşlığın nasıl tanımlanacağını içeriyor. Eğer özerklik hayata geçirilecekse, etnik vurgudan arındırılmış ve vatandaşlık/ortak vatan esasına dayalı, haklar ve ödevler açısından eşitlikçi bir yurttaşlık tanımına ihtiyaç bulunuyor; ayrıca özerkliğin tanımının yapılması ve hukuki/idari çerçevesinin çizilmesi gerekiyor.
Siyasi ve idari boyut ise merkezi hükümetle özerk bölge arasındaki ilişkilerin tanımlanmasını gerektiriyor. Siyasi özerklik, idari özerkliği aşan bir yönetim biçimi olduğundan mutlaka ve mutlaka bir bölgesel yasama aygıtına, bir de bölgesel yürütme aygıtına ihtiyaç duyuyor. Bölgesel yasama ve yürütme aygıtlarının, merkezi hükümetle işbirliği içerisinde bir yetki bölüşümüne gitmesi ve eğitim, sağlık, vergi, doğal kaynakların kullanımı ve güvenlik gibi başlıklarda hangi yetkilere sahip olacağının yine kanunlarla belirlenmesi gerekiyor.
Bölgesel yasama ve yürütme aygıtı merkezi hükümete bir alternatif teşkil etmediği gibi, onunla egemenlik üzerinden bir rekabete de girişmiyor. Merkezi parlamento ve hükümet “ulusal” ölçekte iş görürken, bölgesel parlamento ve hükümet “bölgesel” sorunlara odaklanıyor. Böylelikle ortaya “ayrı bir devlet” çıkmıyor, merkezle özerk bölge arasında bir “yetki bölüşümü” ve güçlendirilmiş bir “yerel demokrasi” söz konusu oluyor.
Bugün “etno-politik bir sorun olarak Kürt sorunu”nun çözümü için en rasyonel yol demokratik özerklik olarak görünüyor; çünkü bağımsızlık ve federasyona göre çok daha kolay hayata geçirilebilme niteliği taşıyor. Sadece anayasal/yasal düzenlemeler yapma kolaylığı anlamında değil, bir yandan Kürtlerin statü sahibi olmaları anlamına gelirken, öte yandan ülkenin mevcut sınırları değişmeyeceği, yani “bölünme” anlamına gelmeyeceği, bir “iç savaş”ı engelleme potansiyeline sahip olduğu, dış müdahale olasılığını zayıflatacağı ve bir arada yaşamaya hizmet edeceği için de demokratik özerlik şu an eldeki en iyi seçenek olma niteliğini taşıyor.
İronik ve trajik olanı ise şu ki; Kürt siyasetinin temel talebinin bölünme değil, demokratik özerklik aracılığıyla birlikte yaşamak olduğu bir konjonktürde, savaşla birlikte Kürtlerin duygusal kopuşu giderek hızlanıyor. Ortak vatanda, eşit yurttaşlar olarak bir arada yaşama iradesi, iktidar ve medya tarafından yükseltilen milliyetçilikle birlikte gün geçtikçe zayıflıyor. Sorun, maalesef giderek demokratik özerklikle dahi çözülemeyecek ve iki halk için de felaket anlamına gelebilecek bir veçheye kavuşuyor.
Peki Kürt sorununun çözümü için şu an itibariyle en rasyonel yol olduğunu söylediğimiz demokratik özerklik, Kürt emekçilerinin emekçi olmaktan kaynaklanan sorunlarının çözümü anlamına geliyor mu? Bu da üçlemenin son yazısının konusu olsun.